27 Şubat 2012 Pazartesi

Soğuktasükut

Hava soğuk saat bu minval üzere madem, evde pencereden kar serpmesini izlemek için:
Favorim "Chai Tea Latte"; cezveye göz kararı 1-2 bardaklık süt, 1 çubuk tarçın, 1 parça karanfil, 1 tutam karabiber, 1 küçük parça taze zencefil (ya da 1 çay kaşığı toz), 1 çay kaşığı bal konup itinayla kaynatılır. Kaynayınca içine 1 tatlı kaşığı kadar çay konulur, rengi hafif dönene kadar beklenir. Süzülüp afiyetle içilir.
Huzur-sükut için ona göre müzik şart:















26 Şubat 2012 Pazar

Taksim'de Kan Donduran bir Vaveyla: Sözde "Hocalı Katliamı Yürüyüşü"



Öğlen 2 idi Taksim Meydanı'na gelip bütün İstiklal Caddesi'ne dolmuş taşan güruhu gördüğümde. Bu kadar kalabalığı hiç beklemiyordum. Öfkeyle doldum faşizan pankartları görüp sloganları duyunca. Bu yürüyüşün umrunda falan değildi çünkü Hocalı. Hocalı sadece bir kisveydi; 19 Ocak'ta Hrant Dink'in anılmasına, katillerinin korunmasının protesto edilmesine bir misilleme. Hrant Dink Ermeni'ydi zaten, bunların hepsi de Türk düşmanı en büyük Türkler öyle mi? Hocalı'da Ermeniler'in öldürdüğü insanlar Hrant Dink'in katlini de meşru kılar yani? Eyleme geçmiş cehaletle yüzleştim, utandım. Bu çağda hala bu kadar içi boşaltılmış ve fanatik vaziyette milliyetçilik yapan insanların kalabalıklığıyla yüzleştim, utandım. Ben ise o saatte Taksim'e 1 haftadır tanışmama rağmen çok derin bir diyalog yakaladığım bir "Fransız Ermeni"sini dedesinin hatırasıyla buluşturma amacıyla Ermeni yemekleri yapan (Türk, Osmanlı ve Rum yemeklerini de leziz yapıyorlarmış, şaşırdın değil mi pankartlı?) bir yere götürme amacıyla gelmiştim. Kapalı çıktı restoran ama biz bu "Ermeni" ile yine de çok güzel bir gün geçirdik. Ki inanmazsınız kendisi hem Türkiye'nin hem de Ermenistan'ın bu konudaki tavrına muhalif. Yine şaşırırsın Fransa'da çıkan yasanın konusu açılınca çok sinirleniyor, basıyor küfrü. Neyse efendim yemekten sonra dönüyoruz taksime, güruh oldukça azalmış ama hala orda. Sabah İstiklal Marşı çalarak hamaset yapmaya çalışanlar bu sefer Tekbir getiriyorlar. "Ermeni"nin yanında utanıyorum böyle bir şeyi görmek zorunda kaldığı için. "Hepimiz Ermeni'yiz Hepimiz Piçiz" pankartını görüyorum, utanıyorum. "Şimdi nerede Hrant Dinkler" pankartını görüyorum, utanıyorum. "Hepimiz Türküz" pankartını da hakeza. Elini kurt işareti yapmış slogan atan bir güruhun içinden geçmek zorunda kalıyoruz OOOOOOOOOO TÜRKİYE sesleri eşliğinde. Ülkemin cehaletinden utanıyorum. Fransızca konuşuyor olmamızdan tedirgin oluyorum, tedirginliğimden utanıyorum. Sonra boydan boya bir daha yürüyorum caddeyi. Artık bitmiş gibiler. Oh diyorum. Art arda iki Kürt filminin gösterileceği sinemaya gidiyorum. Bu hafta tanıştığıma memnun olduğum bir "Kürt"ü görüyor, onunla konuşuyorum. Dışardakiler ve onlar gibiler yüzünden doğduğu topraklarda yaşayamamasından utanıyorum. İlk filmi izliyor, yalnızlaştırılan, lanetlenen, ötekileştirilen bütün halklar adına çoğunluğun mezaliminden utanıyorum. İkincisinde de öyle. Üç tane "Kürt"le tanışıyor, kendilerini kendilerini tanıştıran arkadaşlarının "Kürt onlar da" diye tanıştırmasına karşılık şakayla karışık bir şekilde böyle uluorta bunun söylenmesinden tedirgin olmalarından utanıyorum. Bu sebepsiz utanca neden olan her şeyden. Bugünümü birkaç tane çok güzel insanla geçirdim, farklı etnik kökenlere ve dinlere mensup olmamıza rağmen "Hepimiz Piçiz" pankartı taşıyan adamdan binlerce kat yakın ve kıymetlidir bana hepsi. Kayıtlara göre "Müslüman, Sünni, Türk" bir zat olarak bugün gördüğüm şovenizmden utanıyorum. Hocalı katliamını yapanların insanlığından, Hrant Dink davasında üç maymunu oynayanlardan, ifade özgürlüğüne büyük darbe indiren Fransız hükümetinden, dağdaki savaştan, her türlü ötekileştirmeden utandığım gibi. Bugün sohbet etme fırsatı yakaladığım güzel bir insanın dediği üzere: "İnsanlar ne zaman farklılıkların tehlike değil zenginlik olduğunu anlayacak?"


25 Şubat 2012 Cumartesi

Titus Andronicus ya da Kasaplığın Estetiği

Hala oyunun etkisindeyken not almak istedim. Bu notları okuyan varsa şayet okumadan önce üşenmesin, 20 lira öğrenci bileti verip Taksim'den çiçekçilerin oradan kalkıp 15 dakikada Kocamustafapaşa'da olan dolmuşlara binip kendi izlesin. Çok iyi yorumlar duymuştum ama bu kadarını hiç beklemiyordum ne yalan söyleyeyim.
Neden Semaver Kumpanya'nın Titus Andronicus'u izlenmezse eksik kalınacak bir oyun?
1. Dekor ve kostüm tasarımında nasıl yaratıcı olunabileceğinin çok iyi bir örneği olduğu için.
2. Müzik ve koreografi kullanımı da hakeza
3. Shakespeare'den inanılmaz bir yaratıcı zekayla ve kıvrak bir dille uyarlandığı için
4. Oyunculuk kalitesini görmek için. İstisnasız. Hele hele ŞT ve DT'nin bazı memur kafalı "çalışan"larının yapay ve kendini gıdım geliştirmeyen stereotip oyunculuklarına alışmış bünyelere ilaç niyetine.
5. Beni belki en çok etkileyen: Paçozlaşmadan yerelleştirme yaptığı için. Oyunlarının yerelleştirilmesine karşıyımdır ben çünkü bu genellikle çok açıktan yapılır, sakil durur oyunda ve oyunu avamlaştırır. 40 yapar şakası yapmak, direkt olarak gündemle ilgili kör gözüm parmağına örnek vermek gibi. Titus ise içinde "Çorumlular bile yapmaz sizin yaptığınızı", "mumbar dolması", "vatan millet sakarya", gençliğe hitabe alıntıları ve tabii bol keseden savrulan Adanalı ayarındaki küfürler barındırmasına rağmen hiç yadırganmıyor, tam tersine o kadar ustalıkla yapılmış ki bunlar oyunu çok daha yukarı taşıyor. Yerelleştirmenin nasıl yapılabileceğini görmek için bile izlenir oyun.
6. Hem çok gülmek, hem tokat yemişe dönmek, hem de rahatsız olmak, gerilmek ve bunların nasıl başarıldığını kesebilmek için.
7. Her bir karesi fotoğraf gibi olan oyunda kan ve vahşetle yaratılan estetiği görmek için.
8. Zamansızlık, anakronik öğeler, yabancılaştırma, tarihselleştirme gibi teatral kavramların yaratıcı örneklerini görmek için.
9. Selam sırasında oyuncuların yüzlerindeki zevk-mutluluk karışımı ifadeyi, gözlerinin parlamasını görmek için.

Çok şey var söylenecek oyuna dair ne kadarını yazsam eksik kalır. Fakat küfür ve şiddet kullanımı konusuna özellikle değinmek istiyorum; Dot'un Süpernova'sını izleyeli çok olmadı. In-yer-face 'in bir gereği olarak oyunda bol bol kullanılan küfürler kulağımı ne kadar tırmaladıysa Titus'ta da bir o kadar yadırgamadı. Dot'ta bu denli rahatsız edici olmasının sebebi ise seyirciyi rahatsız etmek falan değil düpedüz küfür etmenin becerilememesiydi. Belki reji tercihi olarak böyleydi fakat bütün oyun dublaj gibi konuşan oyuncuların küfür etmesi küfür etmeyi havalı bulan taze ergenlerin zorlama, ağızlarında iğreti duran küfür kullanımları gibiydi. Titus'ta ise Türkçe'nin bu alandaki zenginliği çok zekice ve yedirilerek kullanılmıştı; ve açıkçası Titus benim suratıma Süpernova'dan katbekat daha sert koydu. In-yer-face'in Türkiye'de alımlanmasıyla ilgili şüpheler içindeyim zaten, o da başka bir yazının konusu olsun.

Söylemeden geçilmesin:
10. Oyunda izlenilen ve bize çok uzak gelen "barbarca" şiddeti görüp yadırgadıktan sonra içinde yaşadığımız ve sürekli yeniden ürettiğimiz siyasi şiddetle ve bu şiddetteki sorumluluğumuzla yüzleşmek için
11. Semaver Kumpanya'nın iş, görev ya da kâr amacı güden memurlardan değil sadece tiyatro yapmayı sevdikleri için orada olan ve bir şeyler üreten - yaratcılıklarını zorlayan ve kendilerini geliştirmeye çalışan ekibini tanımak, iyi ki varlar demek için.
12. Kumpanya'nın Titus'tan önceki oyunlarından sadece Cesaret Ana ve Çocukları'nı, onu da Çevre Tiyatrosunda değil, izlemiş olan bendeniz gibi daha önce çeşitli meşgaleler ve üşenmeler hasebiyle oyunlarını izlemediyseniz önceki oyunları takip edip izlemeyen kafama sıçayım demek için!

24 Şubat 2012 Cuma

Nana: "Bir çocuk üzerine değil bir çocukla birlikte" yapılmış film

Kır yaşamından kesitler sunan minimal ve durağan bir film bir izleyiciyi ne kadar sarsabilir? Nana beni çok sarstı. Belki de yönetmeniyle çokça sohbet edip film üzerine çok konuşunca ortaya çıktı bu tokat etkisi. Filmin açılış sahnesinde elektrikli tabanca gibi bir aletle bir domuzun öldürülmesini görüyoruz. Çocukların önünde. Domuz haykırıyor, vücudundaki her kasın krizle titremesini, kasılmasını görüyoruz. Çok irrite edici ve uzun bir sahne, daha sonra da karnı deşilip kanı akıtılıyor... Tahminen salondaki herkes gibi ben de çok rahatsız oluyorum. Vejetaryen olmadığım için lanet ediyorum kendime. Filmin başka bir sahnesinde Nana oyuncaklarıyla oynuyor ki bu oyuncaklar ölmüş hayvanların postları. Bir kez daha nasıl bir aile buna izin verir diyoruz içimizden. Boynundan bir telle boğulmuş bir tavşanı görüp alıp eve götürüp sonra da yakması da 4 yaşlarında bir kızın "vahşetiyle" karşılaştırıyor bizi. Nana annesi öldüğünde de hiç yadırgamıyor durumu.

 Filmden sonraki söyleşide biri çoğu insanın aklından    geçeni soruyor yönetmene: "Hayvan suistimali  konusunda ne düşünüyorsunuz? Filmde bununla ilgili çok sahne var, hatta Nana yavru domuzları rostolar diye seviyor. Filmdeki şiddet aslında anneyi öldüren sanırım?" Yönetmen imalı imalı gülümsüyor. İşte bu noktadan sonra film benim için bambaşka bir noktaya taşınıyor. Cevap doğrultusunda düşünüyorum. Vejetaryen olmayan -benim gibi- insanların yediği et hayvanların bu şekilde öldürülmesi kaynaklı. Bunu yok saymaya çalışıyoruz ama bunun bilincini kaybetmemek gerek. Üstelik konuşmakta olan kadın "kendi evime çok yakın burası, biz böyle yaparız, bu domuzu da gerçekten pişirip yedik. Artık böyle iyi et yenmiyor" diyor.

Böylece uygarlık tarihine bambaşka bir açıdan baktırıyor film. İnsan doğayla ilişkideyken, ölüm bilgisine sahipken, öldürürken şimdi olduğundan daha mı vahşiydi? "Modern" insan şok oluyor bu görüntüleri görünce fakat modernleşmenin getirdiği ikiyüzlülük, yalan, yapaylık gibi yozlaşmalar daha mı yeğdir doğada normal olan kavramların kabulünden? Uygarlık gelişme midir kamuflaj mı? O domuzun öldürülmesini ... Ülkesinde ... kişi öldü haberlerine verdiğimizden çok daha büyük bir tepkiyle karşılamak bizi nasıl konumlandırıyor? Bir hayvanı o şekilde öldürüp yemek midir vahşet yoksa Kentucky Fried Chickenlar'ın, Mc Donaldslar'ın, Burger King'lerin, Starbuckslar'ın bütün dünyayı fethedip tektipleştirmesi, insanlara tamamen doğala aykırı şekilde yetiştirilmiş, yapay tatlı ürünleri yedirmesi mi? Küçük kızın annesinin ölümüne tepkisiz kalmasını yadırgıyoruz ama her gün bugün şu kadar kişi öldü başlıklarına ya da açlıktan, savaştan ölen, işkence gören insanların haberleri bizde hiç bir his uyandırmıyor. Bu ikiyüzlülük değil midir? Ya da sözkonusu terörse... kitle kültürüyle savaşsız terör yaratan kapitalizm, "geri" ülkelere "demokrasi" götüren Amerika özgürlükleri için savaşanlardan daha mı az terörist? İçimizdeki hayvan mı daha masum yoksa kendimize atfettiğimiz değerlerle oluşturmaya çalıştığımız sosyal kimliğimiz mi? O hayvana kulak vermek mi onu bastırmaya çalışıp yok saymak mı bizi daha insan yapar? 

Başlığın işlevine gelince, filmde beni çok etkileyen bir diğer şey çocuk oyuncu kullanma handikapının aşılma biçimiydi. Sonradan yönetmeninin de açıkladığı gibi, Massadian sadece hikayenin ana hatlarını söylemiş adını maalesef unuttuğum küçük kıza. Aralarında derin bir bağlılık oluşmuş. Yetişkin gözünden bakmamış çocuğa, inisiyatifi küçük kıza bırakıp onu gözlemlemiş, onunla birlikte üretmiş. Küçük kızın film boyunca süren doğallığından anlaşılıyor zaten. Massadian çoğu yönetmenin yaptığı gibi yapmacık replikler ya da bir çocuğun ağzında iğreti duran büyük cümleler sarfetmemiş. Filmin başında başlıkta alıntıladığım cümleyi söyledi. Çok doğru tanımlamış filmini ve bakışını. Aldığı Locarno ilk film ödülünü de bir seyirci olarak çok içime sindirdim. Bizzat şahsiyeti çok etkiledi beni o ayrı.


21 Şubat 2012 Salı

Olası Şubat'tan kalan ve Mart Ajandası

Organize olsa çok tehlikeli olur mu insan sahi? Ben organize olsam kendimden daha memnun olacağım kesin. Yazayım da a buna gideyim dediklerimi kaçırmayayım dedim. Birileri de nasiplenirse ne mutlu.

Temaşaya Dair:


  • En önce Semaver Kumpanya'nın Titus Andronicus'u. Bugün mabadımı kaldırdım da bilet rezervasyonu yaptım çok şükür. Haydi bakalım.
  • Ekip Tiyatrosu'nun Largo Desalato'su. Vaclav Havel can olduğundan. Bugün ve 28 Şubat Salı varmış şimdilik.
  • Seyyar Sahne'den Tehlikeli Oyunlar. Oğuz Atay'ın romanından uyarlanan tek kişilik oyunun methini çok duydum, en yakın zamanda görmek istiyorum! 24 ve 25 Şubat'ta varmış. 9-16-23-30 Mart'ta 20.00'de İTÜ Maçka Kampüsü. Artık gitmek lazım.
  • İkinci Kat'ta Bulanık. Cengiz Bozkurt'u sahnede izleme olanağı bile yeterli. 27 Şubat'ta. 12 Mart'ta var bir de-ki ona bilet aldım hevesle bekliyorum.
  • DOT'ta Öksüzler. Süpernova'yı görüp az buçuk hayal kırıklığına uğradım ama DOT'un başka işlerini de izlemek istiyorum. Mart ayı boyunca gidilebilir.
  • Ben Bertolt Brecht / Dostlar Tiyatrosu. Genco Erkal'ı bir kez daha izlemek, hem de Türkiye'de tek temsilcisi olduğu Belgesel Tiyatrosu Brecht'e yönelmişken. Martta olsa gerek.
  • Ağaç İrfan / Oynayan İnsan Tiyatrosu Kenter Tiyatrosu'nda. Sabahattin Ali'nin ölümüne ilişkin, biçimsel olarak da farklı duruyor gölge tiyatrosu vs. kullanımıyla. 10 Mart akşamı varmış mesela mis. Öğrenci bileti 23.5 liretmiş.
  • Sinekler Sevişirken: Uzun zamandır kesiyorum. Mine Söğüt'ün Deli Kadın Hikayeleri'nden Merve Engin oynamış. Kumbaracı50'de var 8 Mart'ta misal (manidarlı)
  • Vagina Monologues: Kadına şiddete karşı uluslararası bir kasttan. 15 lirete bilet hem. Mekan Artı'da 30-31 Mart ve 1 Nisan
  • Şehir Tiyatrolarından:
Şark Dişçisi. Engin Alkan' severim oldum olası, güzel rejilemiş diyollar. Hazır Muhsin Ertuğrul'a da gelmiş. 29 Şubat akşamı temiz mesela.

Ateşli Sabır Haldun Taner'de imiş. Arkadaşlarımdan izlemiştim, güzel oyundur. ŞT nasıl sahnelemiş merak ettim.  Filmi bilinir daha ziyade: İl Postino. Metin Zakoğlu da İl Postino diye oynuyormuş bu ay çok popüler zaar. 11 Mart'a kadar Kadıköy'de izlenir.

Tarla Kuşuydu Juliet: Uzun zamandır beklendi, denk gelinmedi. Üşenmezsem Kağıthane Sadabad'da 11 Mart'a kadar.  
                                 
Günlük Müstehcen Sırlar: İlginç konusu ve çoklu poleğiminin getirdiği kaçınılmaz merak. 11-18 Mart arası Haldun Taner.

 


  • Devlet Tiyatrolarından: 
Benerci Kendini Niçin Öldürdü. Ben 10. sınıftayken oynuyordu en son bilet bulamamıştım pek sevindim şimdi görünce! Nazım Hikmet'ten, Celal Kadri Kınoğlu oynuyor. 3-4 Mart Tekel Sahnesi.

Aşkın Sıradanlığı; Heidegger - Hannah Arendt ilişkisi. 31 Mart'ta Üsküdar Tekel Sahnesi, daha akla yakın olarak da 27-31 Mart arası Cevahir'de.

Sezuan'ın İyi İnsanı (nasıl oynadılar acep?) 20-25 Mart arası Cevahir'de varmış

Yanık'ı da biraz merak etmiyorum değil. Yine Cevahir'de 6-11 ve 27-31 Mart arası

Birdy'i daha ziyade merak ediyorum. 13-18 Mart arası Tekel Sahnesi.

Antigone oynamışlar asıl onu nasıl yapmışlar acaba. Mart'ta çoklukla Tekel Sahnesi'nde.

At ve Kontrabas da izlemek isteyip de izleyemediğim oyunlar olmuşlardır hep. Mart boyu Cevahir'de izleyeydim iyiydi.

(DT ve ŞT'de sadece Mart'ın ilk haftasının oyunları belli. Çoğu tiyatroda gerçi)

Ne Dinlesem ki?

2 Mart'ta Karga'da Melis Danişmend. Net.

Bu Cuma Cemal Reşit Rey'de Jan Garbarek Group varmış yahu hem de hala 23 liralık bilet var!

Yine aynı akşam TİM'de 40 kişilik orkestrayla incesaz

Bu Cuma Haymatlos'ta Gevende varmış. Asıl 9 Mart'ta Hayal Kahvesi'nde o iyi gider.

İlhan Erşahin Istanbul Sessions Band lansmanı 1 Martt'ta Babylonda. Ben gidemem herhalde de müsait olan buyursun.

Alp Ersönmez Feat İmer Demirer 21 Mart'ta Ghetto'da. Gidilir ki buna.

Şirin Soysal da sevimli insan. 31 Mart'da Borusan Müzik Evi'nde imiş.

2 Mart'ta Bülent Ortaçgil - Haymatlos. Ben seçimimi Melis Danişmend'den yana kullanacağım gerçi.

10 Mart Ayşenur Kolivar - ki pek sevdiğim Mızıkçı Melodiler'in de sesidir kendisi- Cemal Reşit Rey'de.

amaa 10 Mart'ta Erkan Oğur & İsmail Hakkı Demircioğlu da Kadıköy Halk Eğitim'deymiş. Tercihim bariz.

ay yoruldum çok şey yazdım didik didik bakıp. Olsun elimin altında bulunsun da unutmayayım. Ama Şubat bitişinin etkinliği !f orası öyle. Mart'ta bir şeyler görüp gitmek istedikçe de buradan güncellerim. Trik-trak trik-trak organizeleşmek istiyorum



20 Şubat 2012 Pazartesi

"Tutuklu Hukuk, Hukuksuz Tutuk"

1984'vari bir distopya senaryosu: bir ülkenin despotik yönetimi insanları etnik kökeninden ya da kendisine uymayan düşüncelerinden dolayı süresiz tutuklar. Hukuk yoktur keyfîlik vardır artık. İçinde yaşadığımız bu distopyanın kurbanlarından sadece biri Cihan Kırmızıgül. Bir terör eylemine yakın bir mevkide boynunda poşuyla durmasıydı tek suçu. Poşuyu Kürtler takar çünkü. Her Kürt de teröristtir. O poşu da elbette bir üniversite öğrencisini 2 yıl içerde tutacak bir yeter-sebeptir. Giderek Menderes devrinin korku imparatorluğuna dönüşen bugünlerde, Cihan ve haksız yere tutuklanmış diğer öğrenci, akademisyen ve yazarlar için avaz avaz-landık bugün. Birilerinin duyması, bir yararı olması umuduyla. Ne de olsa: Ne gelir elimizden insan olmaktan başka...




19 Şubat 2012 Pazar

Müslüman mahallesinde afiyetle yenen salyangoz: !f İstanbul

!f'e ilk kez 9. sınıftayken gittim galiba. Şimdi çok entel olacağım diye zorlamalıktan zorlamalık beğenen filmler seçen arkadaşıma "bu nedir la allah belanı versin" dediğimi hatırlıyorum. Lâkin pek de güzel filmler geldi geçti. Bilhassa her senenin olmazsa olmazı sevimli, hem komik hem dramatik İskandinav bağımsızları. !f rehberliğinde de 2. senemi yaşar iken bu seneye de şöyle bir bakış ve gidilesi filmler:

http://www.ifistanbul.com/tr/

Ben liste yaparken mutlaka gitmem gerek dediklerime büyük yıldız, pek beğendiklerime küçük yıldız koyup e buna da gideyim dediklerimin de adını yazıyorum. Çıkarttığım listeye göre:

Büyük Yıldızlılar:

1. Mahşerin Dört Atlısı - daha önceki festivallerden birinde gösterilen Inside Job'un devamı olarak modern zamanlarda açık piyasa kapitalizmini, siyasi olarak yaratılan ekonomik yanılsamaları anlattığı, Noam Chomsky gibi zatı-ı muhteremlerin röportajları eşliğinde çözüm önerileri aradığı için. Benim gibi ekonomiye kafası basmayanlar, ilgisi de olmayanlar izleyip bir şeyler kapabilir diye.
(geçen gün gitme fırsatı buldum, yıldızımı helal eder bu film hakkında ayrıca yazarım belki)

2. Direniş Öyküleri - Dünyada sivil itaatsizlik örnekleri, yaratıcı eylemler anlattığı, bazı şeylere sesimizi çıkarmak isteyip nasıl edeceğimizi bilemeyen bazılarımız için ufuk açacağı umudu taşıdığım için.

3. Kör Gözüm Parmağına - İsrail - Filistin meselesine farklı bir pencereden, Samson'un hikayesiyle bu meseleyi paralel götürerek baktığı, taraf tutmak yerine olayın başka açılarını, ikiyüzlülükleri konu aldığı için.

(büyük yıldızlarım da hep politik filmlere gitmiş mesleki deformasyona giriş 101)

Küçük Yıldızlılar:

1. Sihirli Yolculuk - Güzide filmin (nam-ı diğer Guguk Kuşu) güzide kitabının yazarı Ken Kesey yönetmenlerden biri olduğu ve 64'te asit tribindeki hippielerin elinden çıkması eğlencelik olabileceği için

2. Kuralsız Hayat - Ekonomik krizin ve kâr endeksli açgözlülüğün insanların yaşamına nasıl dokunduğuna baktığı ve uzakdoğu filmlerinin arada çok güzel çıkması ihtimalini sevdiğim için.

3. Sığınak - Sevmediğim ve klişe bulduğum doğaüstü olaylarla ilgili gerilim filmlerini psikolojik gerilimle bağdaştırıp öyle yedirmeyi vadettiği ve oyunculuk ve sinematografideki iddiası için.

4. Bu Dans Senin - Yasak aşk ve durduk yere ortaya çıkan, bir hatanın sonucu olmayan sebepsiz arzu. Kadın bakışından. Komikli hem. Ha bir de Michelle Williams.

5. KanZeOn yazmıştım listeme japon geleneksel sanatlarıyla ilgili, az buçuk ilgim fakat hiç bilgim yok diye. Ama bokum gibiydi. Yarım saat olaydı çok iyiymiş estetik görüntü güzel sesler ama bazı bölümleri çok gereksizdi. Üstelik de o filme o süre, tekrarlanan şeyler ÇOK. Özetle hayatımda ilk defa beni sinema salonunda uyutmuş filmdir.

6. Kıyıda -  Küresel ekonominin küçük insan olmaya zorladıklarının Faslı hikayesi diye.

7. Finisterrae - Çünkü çok absürd ve eğlenceli duruyor. Deneysel film riskine gireyim dedim. Gitmeyi planladığım gösterimde işim vardı ve çok uykuluydum ama yakalamak istiyorum.

8. Evcilik - Türkiye'de pedofilinin meşrulaştırılması: çocuk gelinler üzerine. Derinlemesine bir araştırma gibi duruyor. Kadın bakışından ki o kadın Bingöl Elmas.

9. Koşul - Çok gitmek istedim ama müsait olduğum seans yok sanırım. İran'da lezbiyen olmak. Hayreti mucib bir şey canım.

10. Bir Gecelik - Bugün gitmeye üşenip yerine Beşiktaş'ta bir başıma aylak aylak dolandığım, çok şey kaybetmediğimi umduğum filmdir. Günümüzde sevgililiğin bir üst level'ı (bağlanma yok sorumluluk yok kavga yok özveri yok) addedilen one night stand'le başlayan bir ilişki üzerine hem acımasız hem sert diyor. Gitse miydim guz?!

11. Merhametin Yedi Biçimi - Her anlamda çöküş; ama insanlar birbirinin hayatına dokundukça umut var demek. İzlenesi gibisin.

12. 17 Kız - Her türlü sosyal baskı unsuruna feministçe bir karşı koyuş olarak hamile kalmaya karar veren 17 kız. Farklı ve eğlenceli (mi acaba)

Başka da bir sürü film yazmışım ama ben yazarken sıkıldım okuyan daha da sıkılmasın diye susuyorum. Bittabii sinema otoritesi falan olduğum yok. Ama herkeşlere tavsiyem !f filmlerine bakın, kendi listenizi yapın, festival zamanının tadını çıkarın; yani tek başına sinemada ve Taksim'de vakit geçirmenin. Film aralarında kalan son indirimlere, Terkos Pasajı'na bakın. Kışın koyulara bürünmemek için renkli renkli hırkalar, pantolonlar, kazaklar alın. En çok da bereler, atkılar, şallar. Pandora, Robinson Crusoe gibi güzel kitapçıları gezin kitap bakın. Kitabınızı ya da laptopunuzu mu neyse artık alın Zencefil'e veya Tavanarası'na gidin. Hem sağlıklı hem güzel yemeklerle kendinize kıyak geçin, huzur depolayın. Yorgunluk hallerinde kafein ihtiyacınızı da tedarik edin tabii. "Siz" diliyle konuşuşum kendime akıl vermedir aslında. !f döneminde Beyoğlu'nda kendimle Beyoğlu'nu yaşayışımdır. O değil de bir dahakine sıcak şarap içeyim.



16 Şubat 2012 Perşembe

bil Acem Kızı...

Sınıflandırmaya çok meraklıydım eskiden kendimi de başkalarını da. Çizgiler, yargılar, kalıplar... püf, gırla. Ergenliği aşmaktan mı yoksa kendimi sınıflandıramamaktan mı artık, bazen yargıladıklarıma dönüştüğümü fark etmekten mi bilinmez. İş müzik zevkine gelince çocukken popülist, sonra sonra I love rock'n roll, lisenin ilk yılları çok pis metalciyiz derken şimdi ne dinliyorsun sorusunu duyunca ebler oldum. Şunu dinliyorum diye noktasal bir cevap olmadığından herhalde. Gerçi artık çok fazla şeye öyle noktasal cevap yok ya neyse. Türkü daha bir sever oldum ama bildiğim; bir adam var ki en kendi kültürünü aşağılayan ergen tribindeyken bile içimi titretmiş gözümü doldurmuştur. Sesi iç sızısı, sazı onun gibi çalan ben hiç duymadım. Bir de röportajlarındaki, konserlerindeki tontonluk tabii. Gerçi sözü, güftesi, bu da mı onunmuş yahu dedirtişi...
*Gönül Yarası'nda Karlı Dağlar
Neşet Ertaş'tan bahsediyorum. Türk olup da kendisini bilmemiş, dinlememiş olmak eksik olmaktır. "Türk" kat'a milliyetçi anlamda değil, sahip olduğu kültür zenginliğinin farkında olup seçici bir bilince sahip olmak anlamındadır.

Ozan geleneğinin son temsilcilerinden, kişiliğinin naifliği türkülerinin sahiciliğine yansımış adam... Sevdiği adamdan Erasmus illetinden ötürü ayrı düşmekte olan bir zat olarak Zülüf Dökülmüş Yüze, Yazımı Kışa Çevirdin, Neredesin Sen, Karlı Dağlar Geçit Vermez Olunca; Ceyl'an Ertem'in farklı yorumuyla ayrı güzel Gönül Dağı; rakılı dost meclislerince şahsıma söyletilen Ahirim Sensin, ve illa ki , büyük saçmalık ama, ortaokulda Kurtlar Vadisi'nde duyup aşık olduğum, inceden hep bana söylensin diye beklediğim, sonra ne mutlu ki söylenen Acem kızı.
Çok şey söyleyebilirim Neşet Ertaş hakkında ama meraklısı için en iyisi D&R'ın şu sıra 4 lira kampanyasına soktuğu  Haşim Akman'ın "Gönül Dağında bir Garip - Neşet Ertaş Kitabı"nı edinmek. İnsanlığını ve sanatını takdir etmek için. Böyle de reklam gibi oldu ama. Ben bu promosyonda D&R'ı çokça sömürdüm, bu kitaptan da bir kendime bir de Belçika'da geceleri bağlamasıyla Neşet Ertaş çalan adama aldım. Okumamaysa daha çok var korkarım ki. Kitap falan hikaye ama, dinlemek lazım boğazda o yumruyu hissetmek için. "Elde bir şey galmayınca, gayrı ağlanır..."

11 Şubat 2012 Cumartesi

Oryantalist Damarları Kabartan Adam: Tony Leung

Biz onu Tony Leung diye tanıyoruz lâkin sinema piyasasındaki Tony Leung bolluğundan ötürü "Tony Leung Chiu Wai" gerçek adı. Asya kültürüyle pek içli dışlı olduğumu iddia edemeyeceğim, hatta yakın zamana kadar film festivallerinde Uzakdoğu ibaresi görmek benim için direkt pas geçmek demek oluyordu. Sahi nerede kırıldı bu önyargım acaba? In The Mood for Love'ı izleyişimle olabilir. Netekim hem Wong Kar Wai'ye hem Tony Leung'a aşık olmamın miladıdır kendisi. Yok ondan önce Hero var. Uzakdoğu sinemasının ve felsefesinin estetiğine, minimalistliğine tezat görkemine hayran kalmamak elde değildi. Gel gör ki oradaki Kırık Kılıç'ın da işbu yazının müsebbibi Tony Leung olduğunu yeni öğrendim. Bu iki film de orta halli bir sinema izleyicisi olan bendenizin sinemasal hayatında önemli mihenk taşları olmuştur, en sevdiğim filmler arasına mutlaka girerler.



In the Mood for Love'ın kırılgan estetiğini ben anlatamam fakat belki en az film kadar etkileyici olan soundtrack'i "Yumeji's Theme" anlatır.





Gece gece Tony Leung'a beni sardıran nedir peki? Efendi aşık rollerinde gözlerinin pusunu sevdiğim adamı bu sefer bambaşka bir rolde fakat yine harika bir filmde izlemiş olmak: Ang Lee'nin Eileen Chang'ın kısa öyküsünden uyarladığı Lust, Caution'unda izlemiş olmak. O melankolik ve mağrur haline alıştığımız adam demir gibi iradesiyle vahşi tarafını denetim altında tutan Mr. Yee'yi canlandırırken o nasıl oyunculuk arkadaş dedirtiyor. Bu filmi birkaç yıl önce kapanmak üzere olan bir kitapçının son satışlarında şansa bulduğum Eileen Chang'ın bu kısa öyküsünü okuduğumdan beri izlemek istiyordum. Bugün iyi ki fırsat bulup izlemişim; D&R'ın indiriminden faydalanıp 5 liraya edinmenizi şiddetle tavsiye ederim. 2 buçuk saat Ang Lee'nin inceliği her halinden belli yönetmenliğiyle, 40lar'ın Japon işgalindeki Çin'iyle, harika oyunculuklarla - ki Tony Leung'u ve ilk filmi olmasına rağmen oyunculuğuna oha dedirten Tang Wei'yi ayrı bir yere koyarım - zerre sıkmadan geçti. İki insan arasındaki oldukça komplike bir nevi aşk hikayesini Uzakdoğulular'a özgü minimalist, karakterleri ağızları yerine gözleriyle konuşturan bakışla çekmiş Ang Lee. Ve söylemeden geçilmemeli bence;   seks sahneleri çok çok başarılı yansıtıyor o tutkuyu. Başka bir filmde çok rahatsız edici bir tecavüz sahnesi olarak algılanabilecekken yadırganmıyor, bilakis estetik duruyor. İlişkinin niteliğinin bu olduğunu, tecavüz diye nitelendirilmemesi gerektiğini tek gülümseyişte anlatıyor Tang Wei. Daldım yahu Tony Leung diyorduk.
Mr. Yee çok kritik bir roldü bence, yanlış bir kast tercihiyle Erol Taş kıvamı hisler uyandırabilirmiş seyircide. Fakat bu adamda öyle bir aura var ki Uzakdoğulu erkekleri ha gayret ırkçılığa varan şekilde çirkin bulan ben dahi kısa boyuna, dar omuzlarına, tıfıl haline rağmen her daim karizmatik buluyorum. Yakışıklı değil aslında suratı tek tek hatları incelendiğinde. İyi oyunculuk ve karizma safi. Bilhassa o kocaman gözlerinin (ki çekik aslında ha) puslu bakışları. Saçları güzel niyeyse bir de. Ve bittabii sigara içişi. Sigara içmek ne kadar çok yakışıyor sana yahu. Pek bir kapılıp sonra da lan diyorum, bu adamın hali tavrı tam oryantalistleri memnun edecek cinsten. Uzakdoğulu erkek ide'si adeta. Hani hep oryantalizm erkekler açısından ele alınıyor ya geyşalar vs. Ben ve bir sürü hemcinsim de bu adamı böyle görüyoruz bence. Oryantalizm demişken Lust, Caution'da da hem oryantalizm gözünden bakınca aşırı fantastik bir ilişki var adamla kadının arasında , fakat bir yandan da kadının kadın duruşu çok güçlü. Yaman çelişki.  Daha fazla gevezeliğe düşmeden susmalı. Ahkâm kesiyor addedilmekten çekinerek.

Durma kendini hatırlat: Kar Wai Wong - Tony Leung ikilisinin 2046, Chunking Express gibi filmleri tez seyredile.




insan kendine aşırı doz maruz kalınca öz eleştiri manyağı mı oluyor hep acaba yoksa bende mi böyle tezahür ediyor onu bilemedim. Ama bildiğim içimdeki ilgi dağınıklığını kusma isteği - belki de bir şey yaratma peşinde koşmak? Hiç de yazan çizen bir insan olmadım ama hadi bakalım rastgele, burası benim akıl defterim gibi gibiymiş. Bir dahaki kendime sarışımda daha az hoyrat olurum belki. Ölümlü yaşamanın nimetlerini, fani keyiflerini seviyormuşum ben. Onlara övgü o yüzden; Turgut Uyar'a selam olsun ya neyi öveceğidim?