26 Eylül 2012 Çarşamba

Kalktı Göç Eyledi...

Dün sabah kahvaltı hazırlarken televizyonu açınca içime bir düğüm oturdu ki... Almaktan çok korktuğum bir haber; Usta Hakk'a yürümüş... En sevdiğim herhangi bir şeyi soran sorulara kilitlenirim, 1 tane en'i seçip söyleyemem. Lâkin en sevdiğim müzisyen sorulunca aklıma ilk hücum eden isimlerden biriydi Neşet Ertaş. Çok istedim İstanbul'da tekrar konser versin, canlı dinleyeyim, alkışlayayım. Olmadı. Döne döne muazzam 2001 Harbiye Açıkhava konseri dinlenecek. "Afedersiniz ayıp olmazsa ceketimi çıkarabilir miyim" dediğinde gözler dolacak. Abdallığın verdiği ve yüksek ihtimalle son örneklerinden olduğu o Anadolu dervişi tavrı, kendine has hümanizmi ve tasavvuf anlayışı, mütevaziliği, kendine has notalara kaydedilemeyen uzun saplı bağlaması, yürek yakan çalma tarzı, haykırdığı bozlaklar kaldı bizde...
Dün gece Haşim Akman'ın "Gönül Dağı'nda bir Garip" söyleşisine gitti elim. "Leyla" geçer ya türkülerinde, Yazımı Kışa Çevirdin de eski eşi Leyla Hanım'a yazdı diye bilinir -ben de öyle biliyordum- kitaptan öğrendim ki Leyla'yı aşık olunan kadın anlamında kullanıyormuş. Leyla Hanım'la evlendiğinde başkasını seviyormuş, ona aşık olmadan evlendiği için de çok pişman olmuş, bu yüzden Hata Benim'i yazmış. "Aşık" diye tanımlıyor kendini: "Ben hep aşıktım" diyor. Düsturu hep Mecnunluk.
Rakı masasında her Ahirim Sensin söyleyişimde ruhu şâd olsun, selam olsun Neşet Ertaş'a. O cenneti de cehennemi de bu dünyada yaşayıp gitmiş Yalan Dünya'dan, biz gönül dağında Garip'siz kaldık, hepimiz bir parça garip'iz bundan gayrı...



21 Eylül 2012 Cuma

Nar'dan Ayna

 Bu yazının konusu başka olacaktı aslında. Bu akşam izlediğim filmin prizmasında kırıldı lâkin. Aklımda dünya gözüyle görebildiğim, o efsanevi sesini duyabildiğim Leonard Cohen, eşzamanlı olarak da hastası olduğumuz Bülent Somay'ın hastası olunası kitabı "Şarkı Okuma Kitabı - Ses ve Sözle Denemeler"indeki Cohen şarkıları denemeleri. Bunlarla ilgili kafamı toplamadan önce ise Ümit Ünal'ın Nar'ını izledim az önce. Çok da beğendim. Bu yukardakilerle alakası ise Somay'ın kitaptaki "Suzanne' in Aynası" denemesinden mütevellit.
 
Öncelikle Suzanne, öncelikle Cohen. Cohen'i sevmek için şarkılarını gerçekten dinlemek, hissetmek gerek. Başka bir işle ilgilenirken arkada fon müziği değildir Cohen. Dinlerken insanı başka yerlere, kendinden içeri kendine götürür, getirir. Sözlerini dinlemek, anlamak gerekir. Aksi taktirde bütün şarkıları birbirine benzeyen mıymıy bir adam olarak değerlendirilmesi işten değildir. Somay'ın dediği gibi; ses ve sözün birliğidir Cohen. Aslında çok iyi bir şair - hatta yazardır. "En Sevilen Oyun" ve bilhassa "Görkemli Kaybedenler" romanlarında fevkalade görülür bu. Her şarkısı aslında şiirdir; şarkı sözü önemlidir. Birkaç kez dinledikten sonra kendini açar, bağımlılık yapar şarkıları. Bu bağ kurulduğunda ise özel (en az bir) şarkınız olur. Şahsım için (pek çok diğer insan için de sanıyorum) bu şarkı Famous Blue Raincoat'tur. 

 Bu yazıyla asıl bağlantılı şarkısı ise Suzanne. İlk "özel" şarkısı denebilir belki. Bülent Somay'ın kitabı da "Suzanne'in Aynası" adlı denemesiyle açılıyor. 

"...there are heroes in the seaweed, there are children in the morning
They are leaning out for love, they will lean that way forever
While Suzanne holds the mirror."  

 Bu dizelerden yola çıkmış Somay. Söz konusu aynayı insanların birbirine tuttuğu ayna; insanların birbirinin aynası olması gerekliliği şeklinde yorumlamış. Burdan sonrası dinleyenin/okuyanın kendine kalmış. O aynayı aşkla karıştırıyor insan bazen. Karşısındakinin yansıttığı aynada gördüğü kendine aşık oluyor. Karşısındakinin yarattığı aynadaki-kendisini. Bazen beklenmediği anda yüzüne tutuluyor ayna. Bir dizeyle, bir şarkıyla, bir şakayla, bir filmle, bir öfke patlamasıyla. 

 Nar'a gelince; insanı düşünmeye sevkeden (ah bir de o didaktik tirad olmasa, o güzel örtüklük bozulmasa) bir film. Bana Ayna'yı düşündürttü. Karakterlerin hepsinin birbirine tuttukları aynaları, tabii bir de filmin bütününün seyirciye tuttuğu ayna. Tutmak gereksiz bir fiil aslında; karakterlerin hepsi birbirinin aynası. Film de tabii kendi suretimiz. Bu ayna işlevini Asuman görüyor en çok. Kimseyi suçlamıyor, görüyor ama ne gördüğüne bir anlam veremiyor. Onun aynasında bütün karakterler kendileriyle karşılaşıyor. Yalanlar har gibi saçılıyor ortalığa. Birbirlerine değil kendilerine söyledikleri yalanlar. Bilip de görmek istemedikleri, unutmak istedikler, örtbas ettikleri yalanlar. Bu bir iyilik-kötülük meselesi gibi verilmiyor ama; ben en çok onu sevdim belki. Kimse için iyi ya da kötü diyemiyoruz. Bunu biraz da iyice göze sokmuş Ümit Ünal finalde Asuman ve Deniz karakterlerinin yerini değiştirerek. Aynı şeyi sen de yapabilirsin. Onlar da seni seyredebilirler. Empati lazım,aynı durumda olduğunda seninle empati kurulmamasının ne demek olduğunu bilmen lazım. Aynayı kimin gösterdiği, kimin ayna olduğundan çok senin bu aynalı mise-en-abîme durumuna nasıl baktığın önemli. Kendin ne kadar ayna olabildiğin. Kendini aynalarda gör diye empati yapmak lazım belki. "Sen"ler "ben" çünkü. 

17 Eylül 2012 Pazartesi

Sonbaharın en Güzide Alameti: Filmekimi

Efendim aylardan Eylül oldu malum, kahvede soğuktan sıcağa dönüş, ince hırka, boyna şal zamanı. Eylül geldi diyorum da Ekim'e devriliyor bile. Filmekimi programını yapmak zamanıdır. Filmekimi sonbaharla kış arası yumuşak geçiştir, sessizliktir, yağmurda filme yetişmeye çalışmaktır. İstanbul Film Festivali bolahenk bir cümbüşse Filmekimi onun daha minimal, daha ağırbaşlısıdır. Kahverengidir, sonbahar mahmurluğudur, benim gibi bir insan için çeşit çeşit bitki çayıdır.
Bu seneki Filmekimi programı bilhassa çok iyi duruyor. Bir sürü iyi yönetmenin aynı anda film çekesi tutmuş. Anın ve festivalin ruhuna uygun şarkılar eşliğinde programımı takdimimdir:



Önce Olmazsa Olmazlar (şu halde yönetmeninden mütevellitler): 

1. Ben ve Sen / Bertolucci
2. Biz ve Ben / Michel Gondry
3. Acı / Kim-Ki Duk
4. Aşk / Haneke
5. Sevmek Gibi / Abbas Kiarostami
6. Meleklerin Payı / Ken Loach







Bunlar da Görülesi:

1. Kayıp Çocukluk - Arjantin diktası. Natalia Oreiro'nun oynaması biraz komik tabii Vahşi Güzel belleğini zehirlemişler için.

2. Havana'da 7 Gün - Bu sefer yönetmenlerden Benicio del Toro oyunculardan Emir Kusturica

3. Hayalimdeki Aşk - Kusursuz eşi yaratma ilginç bir çıkış noktası olsa gerek. Little Miss Sunshine'ın yönetmeninden.

4. Tetikçiler - Bruce Willis, Joseph-Gordon Levitt, Emily Blunt'lı oyuncu kadrosu, zamanda yolculuk, Matrix'vari.

5. No - Pinochet Darbesi'ne ilişkin, cağnım Gael Garcia Bernal de oynayınca...

6. Baştan Al - Hoş, 80ler'e dönüşlü.

7. Başka bir Kadın - Hafıza kaybı üzerinden bir şeylere ilginç bakış-mış gibi. Juliette Binoche ve Mathieu Kassovitz varım dedirtiyor.

Film araları, önceleri sonraları da J'adore'da sıcak çikolatalı sohbetler, Mephisto'nun kafesinde kitap okumalar, Ara Kafe ve Mihrimah Sultan'da yemeklerle geçesi.

Bu sonbahardan kışa uzanırken okumadığım Türk yazarları, bilhassa öykücüleri okuyasım var. Kendime alınacak kitap notları:


  • Tezer Özlü - Yaşamın Ucuna Yolculuk
  • Leylâ Erbil - Gecede veya Cüce
  • Bilge Karasu - Ne Kitapsız Ne Kedisiz
Bu liste daha uzar, sonrası Filmekimi'nden sonraya kalsın. 21 Eylül'de Sahaf Festivali başlıyordu yanlış hatırlamıyorsam, önüme çıkacak güzel sürprizlere açığım. 








24 Temmuz 2012 Salı

İncelikli Hüzün

Sahiden adıyla müsemma, sonbaharda izlenesi bir filmmiş "Sonbahar". Ben bu yaz günü izledim, hala da gözümün önünde Hemşin manzaraları, Karadeniz'in gri pusu, kulağımda Ayşenur Kolivar'ın feryadı Da İm Yusuf Orti. Filmi başka herhangi bir Türk filmine referans vererek veya benzeterek anlatmaya çalışmak büyük haksızlık olur. Bence ortaya çıkan çok özgün bir iş çünkü. Tıpkı film boyunca izlediğimiz Karadeniz manzaraları, az konuşup çok şey söyleyen Karadeniz Kadınları gibi bir film. Çok konuşkan değil; mesaj verme kaygısından, büyük laflar etmekten kaçınmış. Sustuğu kadar da çok şey söylüyor ama; yenilir yutulur şeyler de değil söyledikleri. Yusuf'un sessizliği insanın boğazına yerleşiyor. Çağan Irmak filmleri hüngür şakır ağlamaksa Sonbahar ağlayamamak. Boğazında anlatamadığın, ağlayamadığın bir yumru. Uzun uzadıya anlatmak filmin zarafetine, eylemlerin en büyüğü olan eylemsizliğine ihanet gibi geldiğinden çok fazla yazıp çizmek istemiyorum. Ben konuşmayayım. Çok sevdiğim Ayşenur Kolivar dağlayarak yıkasın içinizi...






23 Temmuz 2012 Pazartesi

Modernizmin Postu Trans

"...Bu bir form; bizim bütün sanat ve kültür alemine yayılmış trans-seksüellik, travestilik formumuz. Fikrin, sanatın içi boş göstergelerinin boydan boya kat ettiği sanat, kendi tarzında trans-seksüeldir."
  
-Jean Baudrillard , Sanat Komplosu'ndan

Bu alıntıyı çağrıştıran şey geçen gün gördüğüm bir video. İçinde yaşadığımız popüler kültür paradigmasının trans niteliğini çok net gösteren. Olay aslında elde edilen gelirle yardım yapılmasıyla olumlu bir niteliğe bürünen "Benzemez Kimse Sana" adlı yarışma programında geçiyor. Uğur Arslan adlı, Müge Anlı ile sabah programı yapan yarışmacının o hafta taklidini yapacağı ünlü Ahmet Kaya. Ahmet Kaya'yı badem gözlü mertebesine yükseltmişliğim, ilahlaştırmışlığım yoktur. İlişkim rakı sofrasında toplu şarkı söylenirken bazı şarkıları söylenince eşlik etmekten ibarettir. Dolayısıyla bu taklidi görmenin bende yarattığı tepki duygusal bir rererö olmadı; ama duruma bakınca bir garabet var. Adam sahneye çıktığında, arkada Ahmet Kaya fotoğrafları döndüğünde seyircide büyük alkış kopuyor. Bu ikiyüzlülük insanların vicdanını temize çekme çabası olsa gerek. Şu ara moda olan 12 Eylül'le, 28 Şubat'la hesaplaşma durumlarının da bir nevi günah çıkarma olması gibi. O dönem "komünizm geliyormuş tehlikeli bu anarşikler" diyenlerin bugün timsah gözyaşları dökmesinin samimiyetsizliği gibi. 10 yıl önce "Ahmet Kaya bölücüdür, Kürtçe diye bir dil yoktur kart kurt'tan gelmiş o" diyenleri aynı insanlar alkışlıyordu. İşin garibi söz konusu olan bir değişim de değil aslında. O alkışlayan adamlar programdan bir saat sonra Facebook'ta şovenist nitelikte milliyetçi paylaşımlarda bulunuyor, şehit haberlerinde ağzı köpürerek bütün Kürtler'in terörist olduğunu iddia ediyor. Yıllar önce ŞT'nin Keşanlı Ali Destanı'nı izlerken böyle bir fikre kapılmıştım. Haldun Taner'in Aziz Nesin'vari mevcut düzeni eleştiren sosyal mesajlarında alkıştan yıkılan salon iki dakika sonra her şey vatan için diye sahneye çıkan askerlerle birlikte de yıkıldı. Lakin bütün bunlar işin siyasi tarafı. Sosyokültürel boyutunu ele aldığımızda da durumun "trans" karakterini görüyoruz. Adamın kendi sansürlenmiş, vatan haini ilan edilmişken taklidine böyle bir prim verilmesi, ölümünü isteyenler tarafından öldükten sonra badem gözlü ilan edilmesi "translık" göstergesi değil de nedir? Baudrillard'ın kastı elbette ki bu değil, ama böyle çarpık bir zihniyetin sonucu / belki de nedeni. 


22 Haziran 2012 Cuma

Derdest

İlk önce bir anda oldu sandım.
Toz kokulu dekorlar arasında kendime yukardan bakışımın feryat-ı figânı;
Apansız olmazsa olmaz bazı şeyler.
Ben mi kendime apansız gelmiştim, birden bire kendimi mi terk etmiştim?
Dışardan mı geliyordu cehennemim, ben mi çağırmıştım onu hiç bilemedim.
Seçilmekle seçmek arasındaki çizgi bir insanı delirtebilirmiş.
Muğlaklık bazen gerçeğin metal sertliğinden kaçmak için sığınılan bir limanmış.
-Dedi yukardan bakan Ben.
Aşağıdaki ben çarpıkça gülümsedi: "Bedenle ruh birbirlerinden ayrı aşık olabilir."
İçerdeki Ben "Yalanlara mantık inanır ama sezgi inanmaz" derken
Ben rüya görmenin yarı-bilincinde,
Kimbilir kaçıncı kez kendimi seyrederken
Bütün nafileliğiyle
"Yapma" dedim kendime
Kendim kendime kör, sağır.
Kendi sesimi hiç bir Ben duymadım.
Üst-kurdum , hiç bir Ben hak iddia etmesin.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

En yakınınızdaki kitabın yarası?

İnternette "en yakınınızdaki kitabın ... sayfasının ... cümlesi" dolaşmaya başlamış yine. Gördüm de elim masamda finallerin biriktirdiği hukuk kitaplarını geçti, 1 haftadır içimi kanatan Murathan Mungan'ın çeşitli yazarların öykülerinden derlediği "Bir Dersim Hikayesi"ne gitti.
 Şu yakın zamanlarda ikisi de yeni çıkan, kanla kurulu bir estetiğe sahip iki kitap okudum, meraklılarından henüz haberdar olmayan varsa demiş de olayım;
ilki yukarda adı geçen resmi tarih yazımına edebî bir karşı duruş. Şu ara pek revaçta 12 Eylül ve 28 Şubat'tan sonra Dersim'le de "yüzleşme"; ama çok şükür bu kitap bunun üzerine eğilip zamanın ruhundan nemalanmaya çalışan sübjektif bir tarih yazımı değil. Onun yerine yaşananları insani -edebi kaliteden hiç ödün vermeden- bir şekilde ele alan, bana samimi gelen bir derleme. Öyküler güzel, amennâ ama uyarmak gerek; okuyunca bitmiyor, her sayfa oyuyor içinizi. Şiddet bazen bağırıyor, boğuyor, göz bebeklerinizi büyütüyor, bazen ise arka planda ince ince kanıyor, boğazınıza okuduktan sonra da geçmeyen bir yumru oturtuyor. Bunu çoğunlukla vahşeti yazarının içselleştirdiği haliyle anlatarak yapıyor. Propaganda yapmıyor, manipülasyon için yazılmış gibi durmuyor. "Kendisi farkında olsun ya da olmasın, bu ülkede herkesin bir Dersim hikayesi vardır." diyor Murathan Mungan. Hepimizin bu ayıbın içinde yaşadığını yüzümüze vurarak. Hatta incelikli bir şekilde okuyanın Dersim hikayesini oluşturuyor belki. Benim hikayem nedir acaba? diye düşünüyorum. Ne zaman oluştu? 2 yıl boyunca sadece Kürt olduğu için hukuka aykırı bir şekilde tutuklu kalan okul arkadaşım için yürürken mi? İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in "Uludere'de ölenler PKK figüranıdır, öldürülmeseler zaten kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Özür dilemeye gerek yok" dediğini duyduğumda mı?