8 Şubat 2013 Cuma

Biz ki kahvaltının mutlulukla ilgisine can-ı gönülden inanırız

Tatil günlerinin baş tacı uzun, kocaman, keyifli kahvaltılar değilse nedir ki? Haftasonuna bağlanırken bir kahvaltı dosyası derleyeyim dedim ben de, yemelerimin bir faydası olur belki. Gittiğim, sevdiğim, kahvaltı severlere tavsiye edeceğim mekanlar bunlar böyle. 
Hamiş: Ben peynir yemediğimden peyniriyle makbul yerler baştan diskalifiye. 

MODA

Kadıköy, Moda civarı ev hissidir, güzelliktir. Moda'da kahvaltının yeri de çok ayrı tabii.

Dodo

Waffle'cı Kemal Usta'nın devamında yer alan Dodo bir çok kahvaltı seçeneğinden işaretlediklerinizle kendi kahvaltı tabağınızı oluşturabilmeniz gibi bir artıya sahip. Yumurta çeşitleri falan bol bol hep herkes kafasına göre bir şey bulur bence. Yanında sınırsız çay ve ekmek servisi de mevcut. Özellikle çok lezzetli bir ürünü yok ama. Fiyatlar da moda standartlarında gayet makul. Haftasonları çok kalabalık olabiliyor, küçük bir yer, sessiz, sakin, huzurlu olamıyorsunuz pek ama büyük arkadaş gruplarıyla güzel güzel oturulabilir.

Moda Van

Arada bir değişiklik olarak otantik bir kahvaltı seçeneği olabilir. Moda Starbucks'ın karşı tarafında yer alıyor. Yeri çok hoş, yeşillikler içinde bir bahçe olması insanı sokaktan soyutluyor. Serpme kahvaltısı oldukça bol, klasik söğüş, bal-kaymak gibi standartlardan ziyade Van'a özgü kahvaltılıklar yer alıyor. Bilhassa bahar aylarında tercih edilebilir. Haftasonları kalabalık olma sıkıntısı elbette burada da mevcut; ama bir kere masa bulduktan sonra uzun uzun mayışabilir, çaya düşüp gazetelerinizi okuyabilirsiniz. Kişi başı 25'e falan geliyordu hatırladığım kadarıyla.

KUZGUNCUK

Ben Kuzguncuk'u çok uzak sanırdım eskiden, halbuki Üsküdar'dan Beylerbeyi tarafına 20-30 dk yürüme mesafesi, otobüsler minibüsler de geçiyor hem. Çok hoş, insana huzur veren bir semt kendisi, İstanbul'da yaşayıp da görmemek çok büyük ayıp. 

Pita

Kuzguncuk Caddesi'nde solunuza bakarak yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak. Hamarat kadınların lezzetli yemeklerini sunan bu küçücük yerin hem kahvaltısı, hem zeytinyağlıları hem de tatlıları oldukça hoş. Ben kahvaltıya gittim sadece, diğerlerinde de çok fena gözüm kaldı hep. Klasik kahvaltı seçeneklerinin yanısıra pofidik pidelerle yapılan pitalarıyla ünlü, bunlar da pek hoş ama çok büyük ve doyurucular, ona göre hareket edin derim. Kendi yaptıkları reçelleri de yemeye doyum olmuyor. Fiyatları çok çok uygun.

EMİRGAN

Sütiş

Emirgan Sütiş boğaz kenarındaki yeri ve kalitesiyle diğer şubelerinden çok farklı. Özellikle dışardaki bölümde oturmak çok keyifli. Beni kahvaltının yanında verdikleri çeşit çeşit el yapımı ekmekle tavlıyorlar. Standart kahvaltı ürünleri mevcut, yumurta olarak sucuklu yumurta tarzı ürünleri daha güzel, menemenleri sanırım bol teryağıyla yapıyorlar, bana ağır gelmişti biraz. Börek konusunda da oldukça iddialılar, kıymalı kol böreği bayağı yenesi. Kişi başı 25 gibi bir fiyata geliyor burada kahvaltı.

RUMELİ HİSARI

Nar Cafe

Hisardaki kahvaltıcılar ünlüdür, en çok da Sade Kahve sanırım. Kendini beğenirim Sade Kahve'nin ama kahvaltısının çok da bir özelliği yoktur kanımca. Benim tercihim yanındaki Nar Cafe'den yana. Sevimli atmosferi, Boğaz'da olması gibi artılarının yanısıra kahvaltısı her türlü beğeniyi tatmin edebilir yönde. Menüsünde değişik değişik koocaman kahvaltı tabakları bulunuyor. O kadar büyükleri ki 1 tanesi 2 kişilik boyutunda, ortada büyük bir açlık yoksa böyle de yenesi. Kahvaltı tabakları çeşitli ülkelere ait, Amsterdam olanda bol bol peynir, bir başkasında bol bol şarküteri ürünü var vs. Benim favorim adı Demet İzmir'de olan. Bunların içinde french toast, pancake gibi arada kaçamak yapma kahvaltılıkları da mevcut. 2 kişiye rahat rahat yeten o kahvaltı tabakları 30 gibi bir şeydi yanlış hatırlamıyorsam.

BEBEK

Bebek Kitchnette

Kitchnette'in Bebek'teki yeri en güzeli sanırım. Zaten kahvaltı konusunda da oldukça başarılı. Kahvaltı servislerinde saat sınırının olmayışı da sevdiren bir etken. Ben buraya gitmişken standart kahvaltı yerine sadece haftasonları yaptıkları pancake ve croque madame tarzı ürünlerini tercih ediyorum, bayağı başarılılar şiddetle tavsiye ederim. 

BEŞİKTAŞ

Aslan payını Beşiktaş'a ayırmam ne en sevdiğim ne de en iyi olduğu için; tamamen bir Galatasaray Üniversitesi öğrencisi olarak burada geçirdiğim zamanın çokluğuna dair. Bir de söylemeyi unuturum, hepsinin de fiyatları çok çok iyi. Buranın da kahvaltıcıları benim "kahvaltıcılar sokağı" diye hitap ettiğim çarşıdan çıkışta cart yeşil Yağmur Cafe'yi görüp girdiğiniz ve sağa devam ettiğiniz, veya da Beşiktaş Hamamı'ndan girip sola döndüğünüzde gördüğünüz sokakta toplanmakta. 

Reçel Türevleri

2 sene önce açılıp kahvaltıcıların gözbebeği olan bu mekan küçücük, özelliği Türev'in annesinin Adana'dan yapıp gönderdiği muhteşem reçeller. Mevsimine göre bulunuyor, akla hayale gelmeyen şeylerin reçeli var. Aşağı yukarı hepsini tattım sanırım: elma, havuç ve karaduta özellikle dikkat. İlk açıldığında bilinmedik, çok tatlı bir yerdi. Pek kimse olmuyordu, uzun oturduğumuzda mis gibi fırından çıkmış kek ve kurabiye bile ikram ediliyordu. Sonraları pek popüler oldu, yer bulunamaz oldu, servis biraz bozdu. Bu senenin başından beri gitmedim ben de ama yine de şöyle güzel güzel keyifle oturup yemek yenecek yer açısından çok çorak olan Beşiktaş'ta bir vaha gibi. Menemenleri de güzel, omletleri çok başarılı değil. Reçellerini kreple de yiyiyebiliyorsunuz, güzel oluyor.

Çakmak Kahvaltı Salonu

Beşiktaş'ta dört şubesi falan var, adıyla müsemma, tam bir kahvaltı salonu. Oturmak falan keyifli değil ama kahvaltısı çok başarılı. Kaşarlı menemeni dillere destan, ben yemiyorum tabii ama tulum peyniri de çok seviliyor, sevenlerin yalancısıyım. Havanın güzel olduğu haftasonu günlerinde aşırı yoğun, kapısında kuyruk oluyor, haftaiçi daha rahat.

Pişi

Cart yeşil Yağmur Cafe'den sağa dönünce hemen sağda kalıyor, Reçel Türevleri'yle birlikte Beşiktaş'ın hem içinde oturmak isteyebileceğiniz hem de tatma duyunuzun  tatmin olacağı iki mekanından biri sanırım. Pişi hamur kızartması oluyor, tatlısıyla tuzlusuyla çeşit çeşit mevcut. Ben o kadar da yemeyeyim diye pişi yemiyorum genelde, diğer kahvaltıkları da yeniyor. Bir de burger konusunda bayağı iddialılar, beğendilisinden yemiştim ben bir kere, çok güzeldi. Yanında da hazır değil ev yapımı anneanne evi patatesi getirmeleri de tavlayıcı bir hareket. Mekanın kendisinin tatlılığını ve Wristcutters a Love Story'de Gogol Bordello'nun solistinin oynadığı karaktere çok benzeyen garsonu da söylemeden geçmeyeyim.



3 Şubat 2013 Pazar

Largo Desolato

2 yıldır methini duyup da gidemediğim Ekip Tiyatrosu'nun Largo Desolato'suna en sonunda gitme fırsatı buldum. Çok fazla övgüsünü duyduğumuz için belki, umduğumu bulamadım. Vaclav Havel Türkçe'de de yayınlanan kısa oyunları, Bildirim, Şeytan Çelmesi, Largo Desolato gibi oyunlarını okuyup çok sevdiğim bir yazar. Oyun okumayı, kara komediyi ve kafkaesk üslubu seven herkese de tavsiye ederim. Ekip Tiyatrosu göstermeci dekoruyla, oyuncuları ve seyircileri konumlandırışıyla interaktif ve açık biçim bir yorum seçmiş. Başta bunun Havel'in kafkaesk üslubuna hizmet ettiğini düşünsem de zaten küçük bir salon olan SahneHâl'de sürekli pata pata koşturulması, her oyuncunun sürekli bağırarak oynaması, sahnede de sürekli sert ve gürültülü dekor kullanımları izlemek 2 saati aşan bir oyun olması nedeniyle bir yerden sonra yordu. Kostüm ve makyajlar estetikti ve yine oyunun amacına hizmet ediyordu, oyunun başta bu kadar ilgi çekmesine neden olan da bu faktörlerdi sanırım. Oyuna kattığı artılara rağmen böyle bir metinle çalışıldığında ilk akla gelen reji fikrinin groteskvari makyaj ve Havel'in anlattığı distopik devlet bürokrasilerine ithafen siyah pantolon beyaz gömlek olduğunun bilincinde olmakta fayda var diye düşünüyorum. Aksesuar olarak kullanılan rozetler ise iyi düşünülmüş birer ayrıntı. Oyunla ilgili sıkıntı yaratan bir diğer mevzu da diyalogların akmayışıydı. Replik alış verişleri arasında çok fazla gereksiz es olması da oyunun takibini zorlaştırıyor, bir yerden sonra sıkıyor seyirciyi. Belki de oyunu 3 yıldır oynuyor olmalarına vermek gerek. Sonda söylenmesi gerekenleri başta söylemişim, oyunun konusuna gelecek olursak Largo Desolato distopik bir ülkede "aydın" olan Leopold'ün hem devletten hem de etrafından gördüğü baskıyı ve bunun yarattığı paranoyayı, eylemsizliği ve korkuları anlatır. Oyunun aynı zamanda yönetmeni de olan Cem Uslu (Leopold) ve Duygu Yetiş (Marketa)'in performansları diğer oyuncular arasında öne çıkıyor, ikisinin sahnesi oyunu bazı yorucu ve kakafonik sahnelerden sonra ayağa kaldırıyor. DT ve ŞT'nin klasik sahneleme tekniklerine alışmış ve farklı bir reji görmek isteyen, interaktif oyunları seven seyircilere tavsiye edilebilir. SahneHâl'e ilk defa gittim ben, yeri gayet kolay; Şişli metro ve otobüs duraklarına çok yakın, Şişli İlçe Emniyet Müdürlüğü'nün hemen bitişiği. Bu arada karşısındaki Aşgana Gözleme'nin yoğurtlu gözlemelerinden tatmanızı ve gözlemecide caz çalmasına şaşırarak keyiflenmeyi tavsiye ederim. Her çarşama 20.00'de sanırım, öğrenci bileti 20 lira. Biz 4 kişi gittik oyuna; birimiz nefret etti, birimiz itici buldu, birimiz oldukça beğendi sanırım. Ben metni daha önce okuduğum, hatta Marketa-Leopold diyaloğunu Marketa olarak oynadığım için daha kolay takip edebildim, Ekip'in reji eklemelerini gözlemleyebildim, daha keyifli oldu. Can Yayınları'ndan çıkmıştı oyun, bulunabilir, okunabilir. 

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kalktı Göç Eyledi...

Dün sabah kahvaltı hazırlarken televizyonu açınca içime bir düğüm oturdu ki... Almaktan çok korktuğum bir haber; Usta Hakk'a yürümüş... En sevdiğim herhangi bir şeyi soran sorulara kilitlenirim, 1 tane en'i seçip söyleyemem. Lâkin en sevdiğim müzisyen sorulunca aklıma ilk hücum eden isimlerden biriydi Neşet Ertaş. Çok istedim İstanbul'da tekrar konser versin, canlı dinleyeyim, alkışlayayım. Olmadı. Döne döne muazzam 2001 Harbiye Açıkhava konseri dinlenecek. "Afedersiniz ayıp olmazsa ceketimi çıkarabilir miyim" dediğinde gözler dolacak. Abdallığın verdiği ve yüksek ihtimalle son örneklerinden olduğu o Anadolu dervişi tavrı, kendine has hümanizmi ve tasavvuf anlayışı, mütevaziliği, kendine has notalara kaydedilemeyen uzun saplı bağlaması, yürek yakan çalma tarzı, haykırdığı bozlaklar kaldı bizde...
Dün gece Haşim Akman'ın "Gönül Dağı'nda bir Garip" söyleşisine gitti elim. "Leyla" geçer ya türkülerinde, Yazımı Kışa Çevirdin de eski eşi Leyla Hanım'a yazdı diye bilinir -ben de öyle biliyordum- kitaptan öğrendim ki Leyla'yı aşık olunan kadın anlamında kullanıyormuş. Leyla Hanım'la evlendiğinde başkasını seviyormuş, ona aşık olmadan evlendiği için de çok pişman olmuş, bu yüzden Hata Benim'i yazmış. "Aşık" diye tanımlıyor kendini: "Ben hep aşıktım" diyor. Düsturu hep Mecnunluk.
Rakı masasında her Ahirim Sensin söyleyişimde ruhu şâd olsun, selam olsun Neşet Ertaş'a. O cenneti de cehennemi de bu dünyada yaşayıp gitmiş Yalan Dünya'dan, biz gönül dağında Garip'siz kaldık, hepimiz bir parça garip'iz bundan gayrı...



21 Eylül 2012 Cuma

Nar'dan Ayna

 Bu yazının konusu başka olacaktı aslında. Bu akşam izlediğim filmin prizmasında kırıldı lâkin. Aklımda dünya gözüyle görebildiğim, o efsanevi sesini duyabildiğim Leonard Cohen, eşzamanlı olarak da hastası olduğumuz Bülent Somay'ın hastası olunası kitabı "Şarkı Okuma Kitabı - Ses ve Sözle Denemeler"indeki Cohen şarkıları denemeleri. Bunlarla ilgili kafamı toplamadan önce ise Ümit Ünal'ın Nar'ını izledim az önce. Çok da beğendim. Bu yukardakilerle alakası ise Somay'ın kitaptaki "Suzanne' in Aynası" denemesinden mütevellit.
 
Öncelikle Suzanne, öncelikle Cohen. Cohen'i sevmek için şarkılarını gerçekten dinlemek, hissetmek gerek. Başka bir işle ilgilenirken arkada fon müziği değildir Cohen. Dinlerken insanı başka yerlere, kendinden içeri kendine götürür, getirir. Sözlerini dinlemek, anlamak gerekir. Aksi taktirde bütün şarkıları birbirine benzeyen mıymıy bir adam olarak değerlendirilmesi işten değildir. Somay'ın dediği gibi; ses ve sözün birliğidir Cohen. Aslında çok iyi bir şair - hatta yazardır. "En Sevilen Oyun" ve bilhassa "Görkemli Kaybedenler" romanlarında fevkalade görülür bu. Her şarkısı aslında şiirdir; şarkı sözü önemlidir. Birkaç kez dinledikten sonra kendini açar, bağımlılık yapar şarkıları. Bu bağ kurulduğunda ise özel (en az bir) şarkınız olur. Şahsım için (pek çok diğer insan için de sanıyorum) bu şarkı Famous Blue Raincoat'tur. 

 Bu yazıyla asıl bağlantılı şarkısı ise Suzanne. İlk "özel" şarkısı denebilir belki. Bülent Somay'ın kitabı da "Suzanne'in Aynası" adlı denemesiyle açılıyor. 

"...there are heroes in the seaweed, there are children in the morning
They are leaning out for love, they will lean that way forever
While Suzanne holds the mirror."  

 Bu dizelerden yola çıkmış Somay. Söz konusu aynayı insanların birbirine tuttuğu ayna; insanların birbirinin aynası olması gerekliliği şeklinde yorumlamış. Burdan sonrası dinleyenin/okuyanın kendine kalmış. O aynayı aşkla karıştırıyor insan bazen. Karşısındakinin yansıttığı aynada gördüğü kendine aşık oluyor. Karşısındakinin yarattığı aynadaki-kendisini. Bazen beklenmediği anda yüzüne tutuluyor ayna. Bir dizeyle, bir şarkıyla, bir şakayla, bir filmle, bir öfke patlamasıyla. 

 Nar'a gelince; insanı düşünmeye sevkeden (ah bir de o didaktik tirad olmasa, o güzel örtüklük bozulmasa) bir film. Bana Ayna'yı düşündürttü. Karakterlerin hepsinin birbirine tuttukları aynaları, tabii bir de filmin bütününün seyirciye tuttuğu ayna. Tutmak gereksiz bir fiil aslında; karakterlerin hepsi birbirinin aynası. Film de tabii kendi suretimiz. Bu ayna işlevini Asuman görüyor en çok. Kimseyi suçlamıyor, görüyor ama ne gördüğüne bir anlam veremiyor. Onun aynasında bütün karakterler kendileriyle karşılaşıyor. Yalanlar har gibi saçılıyor ortalığa. Birbirlerine değil kendilerine söyledikleri yalanlar. Bilip de görmek istemedikleri, unutmak istedikler, örtbas ettikleri yalanlar. Bu bir iyilik-kötülük meselesi gibi verilmiyor ama; ben en çok onu sevdim belki. Kimse için iyi ya da kötü diyemiyoruz. Bunu biraz da iyice göze sokmuş Ümit Ünal finalde Asuman ve Deniz karakterlerinin yerini değiştirerek. Aynı şeyi sen de yapabilirsin. Onlar da seni seyredebilirler. Empati lazım,aynı durumda olduğunda seninle empati kurulmamasının ne demek olduğunu bilmen lazım. Aynayı kimin gösterdiği, kimin ayna olduğundan çok senin bu aynalı mise-en-abîme durumuna nasıl baktığın önemli. Kendin ne kadar ayna olabildiğin. Kendini aynalarda gör diye empati yapmak lazım belki. "Sen"ler "ben" çünkü. 

17 Eylül 2012 Pazartesi

Sonbaharın en Güzide Alameti: Filmekimi

Efendim aylardan Eylül oldu malum, kahvede soğuktan sıcağa dönüş, ince hırka, boyna şal zamanı. Eylül geldi diyorum da Ekim'e devriliyor bile. Filmekimi programını yapmak zamanıdır. Filmekimi sonbaharla kış arası yumuşak geçiştir, sessizliktir, yağmurda filme yetişmeye çalışmaktır. İstanbul Film Festivali bolahenk bir cümbüşse Filmekimi onun daha minimal, daha ağırbaşlısıdır. Kahverengidir, sonbahar mahmurluğudur, benim gibi bir insan için çeşit çeşit bitki çayıdır.
Bu seneki Filmekimi programı bilhassa çok iyi duruyor. Bir sürü iyi yönetmenin aynı anda film çekesi tutmuş. Anın ve festivalin ruhuna uygun şarkılar eşliğinde programımı takdimimdir:



Önce Olmazsa Olmazlar (şu halde yönetmeninden mütevellitler): 

1. Ben ve Sen / Bertolucci
2. Biz ve Ben / Michel Gondry
3. Acı / Kim-Ki Duk
4. Aşk / Haneke
5. Sevmek Gibi / Abbas Kiarostami
6. Meleklerin Payı / Ken Loach







Bunlar da Görülesi:

1. Kayıp Çocukluk - Arjantin diktası. Natalia Oreiro'nun oynaması biraz komik tabii Vahşi Güzel belleğini zehirlemişler için.

2. Havana'da 7 Gün - Bu sefer yönetmenlerden Benicio del Toro oyunculardan Emir Kusturica

3. Hayalimdeki Aşk - Kusursuz eşi yaratma ilginç bir çıkış noktası olsa gerek. Little Miss Sunshine'ın yönetmeninden.

4. Tetikçiler - Bruce Willis, Joseph-Gordon Levitt, Emily Blunt'lı oyuncu kadrosu, zamanda yolculuk, Matrix'vari.

5. No - Pinochet Darbesi'ne ilişkin, cağnım Gael Garcia Bernal de oynayınca...

6. Baştan Al - Hoş, 80ler'e dönüşlü.

7. Başka bir Kadın - Hafıza kaybı üzerinden bir şeylere ilginç bakış-mış gibi. Juliette Binoche ve Mathieu Kassovitz varım dedirtiyor.

Film araları, önceleri sonraları da J'adore'da sıcak çikolatalı sohbetler, Mephisto'nun kafesinde kitap okumalar, Ara Kafe ve Mihrimah Sultan'da yemeklerle geçesi.

Bu sonbahardan kışa uzanırken okumadığım Türk yazarları, bilhassa öykücüleri okuyasım var. Kendime alınacak kitap notları:


  • Tezer Özlü - Yaşamın Ucuna Yolculuk
  • Leylâ Erbil - Gecede veya Cüce
  • Bilge Karasu - Ne Kitapsız Ne Kedisiz
Bu liste daha uzar, sonrası Filmekimi'nden sonraya kalsın. 21 Eylül'de Sahaf Festivali başlıyordu yanlış hatırlamıyorsam, önüme çıkacak güzel sürprizlere açığım. 








24 Temmuz 2012 Salı

İncelikli Hüzün

Sahiden adıyla müsemma, sonbaharda izlenesi bir filmmiş "Sonbahar". Ben bu yaz günü izledim, hala da gözümün önünde Hemşin manzaraları, Karadeniz'in gri pusu, kulağımda Ayşenur Kolivar'ın feryadı Da İm Yusuf Orti. Filmi başka herhangi bir Türk filmine referans vererek veya benzeterek anlatmaya çalışmak büyük haksızlık olur. Bence ortaya çıkan çok özgün bir iş çünkü. Tıpkı film boyunca izlediğimiz Karadeniz manzaraları, az konuşup çok şey söyleyen Karadeniz Kadınları gibi bir film. Çok konuşkan değil; mesaj verme kaygısından, büyük laflar etmekten kaçınmış. Sustuğu kadar da çok şey söylüyor ama; yenilir yutulur şeyler de değil söyledikleri. Yusuf'un sessizliği insanın boğazına yerleşiyor. Çağan Irmak filmleri hüngür şakır ağlamaksa Sonbahar ağlayamamak. Boğazında anlatamadığın, ağlayamadığın bir yumru. Uzun uzadıya anlatmak filmin zarafetine, eylemlerin en büyüğü olan eylemsizliğine ihanet gibi geldiğinden çok fazla yazıp çizmek istemiyorum. Ben konuşmayayım. Çok sevdiğim Ayşenur Kolivar dağlayarak yıkasın içinizi...






23 Temmuz 2012 Pazartesi

Modernizmin Postu Trans

"...Bu bir form; bizim bütün sanat ve kültür alemine yayılmış trans-seksüellik, travestilik formumuz. Fikrin, sanatın içi boş göstergelerinin boydan boya kat ettiği sanat, kendi tarzında trans-seksüeldir."
  
-Jean Baudrillard , Sanat Komplosu'ndan

Bu alıntıyı çağrıştıran şey geçen gün gördüğüm bir video. İçinde yaşadığımız popüler kültür paradigmasının trans niteliğini çok net gösteren. Olay aslında elde edilen gelirle yardım yapılmasıyla olumlu bir niteliğe bürünen "Benzemez Kimse Sana" adlı yarışma programında geçiyor. Uğur Arslan adlı, Müge Anlı ile sabah programı yapan yarışmacının o hafta taklidini yapacağı ünlü Ahmet Kaya. Ahmet Kaya'yı badem gözlü mertebesine yükseltmişliğim, ilahlaştırmışlığım yoktur. İlişkim rakı sofrasında toplu şarkı söylenirken bazı şarkıları söylenince eşlik etmekten ibarettir. Dolayısıyla bu taklidi görmenin bende yarattığı tepki duygusal bir rererö olmadı; ama duruma bakınca bir garabet var. Adam sahneye çıktığında, arkada Ahmet Kaya fotoğrafları döndüğünde seyircide büyük alkış kopuyor. Bu ikiyüzlülük insanların vicdanını temize çekme çabası olsa gerek. Şu ara moda olan 12 Eylül'le, 28 Şubat'la hesaplaşma durumlarının da bir nevi günah çıkarma olması gibi. O dönem "komünizm geliyormuş tehlikeli bu anarşikler" diyenlerin bugün timsah gözyaşları dökmesinin samimiyetsizliği gibi. 10 yıl önce "Ahmet Kaya bölücüdür, Kürtçe diye bir dil yoktur kart kurt'tan gelmiş o" diyenleri aynı insanlar alkışlıyordu. İşin garibi söz konusu olan bir değişim de değil aslında. O alkışlayan adamlar programdan bir saat sonra Facebook'ta şovenist nitelikte milliyetçi paylaşımlarda bulunuyor, şehit haberlerinde ağzı köpürerek bütün Kürtler'in terörist olduğunu iddia ediyor. Yıllar önce ŞT'nin Keşanlı Ali Destanı'nı izlerken böyle bir fikre kapılmıştım. Haldun Taner'in Aziz Nesin'vari mevcut düzeni eleştiren sosyal mesajlarında alkıştan yıkılan salon iki dakika sonra her şey vatan için diye sahneye çıkan askerlerle birlikte de yıkıldı. Lakin bütün bunlar işin siyasi tarafı. Sosyokültürel boyutunu ele aldığımızda da durumun "trans" karakterini görüyoruz. Adamın kendi sansürlenmiş, vatan haini ilan edilmişken taklidine böyle bir prim verilmesi, ölümünü isteyenler tarafından öldükten sonra badem gözlü ilan edilmesi "translık" göstergesi değil de nedir? Baudrillard'ın kastı elbette ki bu değil, ama böyle çarpık bir zihniyetin sonucu / belki de nedeni.