30 Eylül 2013 Pazartesi

"Sen Affetsen Ben Affetmem"

Affetmek niye önemli? Dürüst ol, hiç değilse kendine karşı, affetmek istiyor musun sahiden? Affetmek özgürleşmektir. Kin balondaki kum torbaları gibi doluyor insanın içine, uçmak için yüklerinden kurtulman lazım. Deniyor musun gerçekten? Hatıralarına sahip çıkmayı hep sevdin. Fil gibi hafızan var, kafanda en çok tekrar oynattıkların unutup affetmesi en zor olanlar mı oluyor acaba. Affedilmeyecek şey yok mudur?
Ne pis ikilemmiş arkadaş, sıyrılmak istiyor insan, affetse kurtulacak; ama edemiyor. 4 yıl geçmiş üstünden, sürekli buna saplantılı yaşamıyorum, ama aklımdan geçmeyen gün nasıl olmuyor hala? Çok katmanlılıktan belki. Kesif bir nefret ama suçluluk duygusu soslu. Yüzüne karşı "tiksiniyorum senden" desen geçecek gibi geliyor, niye harekete geçmiyorsun daha hala o zaman? Kaç kez söyledin bunu, kaç kez dönüp dolaşıp aynı yere gelip tıkandın sayamıyorum.
Affetmek en yücesi, en doğrusu gelse de edemiyorum işte, hiç bir zaman da edemeyeceğim belki. Tanrı bağışlayıcı olabilir, ben insanım affetmem. Hem Tanrı da çok naif oluyor bazen canım, o bağışlayıcılığa güvenmese bu kadar rahat hareket etmez bazı insanlar herhalde. Geçmişin gölgelerinden ne kadar kaçabilirsin? Göz göze geldiğinde daha kaç kez gözünü kaçırabilirsin? Yüzleşmemek senin seçimin, onu bil. Hissediyorum o günün de geleceğini diyor, organizasyonu hayata bırakıyorsun ama ince ince oyuyor seni bu illet bir yandan. İçindeki bütün irini bir seferde kusabilir misin? Arındırabilir mi bu seni? Yoksa beklediğin günün gerçekleşmesinden sonra bile bununla yaşama ihtimalinden korktuğun için mi sarılmıyorsun gölgenin boğazına?
O kadar olgun olmak zorunda değilim, affetmiyorum, unutmuyorum. Beni ince ince oyuyor diyorum ya, umarım seni öldürüyordur.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Star Wars ve Siyaset Bilimi

Star Wars'un ne kadar çok konuda okunan ve referans verilen bir film serisi olduğu herkesin malumu. Küçükken yarım yamalak izlemiştim, yazın adam akıllı bütün seriyi izleyeyim dedim. Vallahi George Lucas taa 70lerde mis gibi hiç bir sakilliği olmayan bilimkurgu çekmiş, bunu takdir etmek için bile izlenebilir tekrardan.
Durumlar malum, ben de bir uluslararası ilişkiler öğrencisi olarak bu zamanda izleyince "kahraman", içsel yolculuk, iyilik-kötülük gibi temaların yanısıra Star Wars'un siyasete dair söylemlerine kulak verdim. Bu konuda da pek çok okuma yapılmıştır zaten.

Serinin ilk filmi "Episode IV - A New Hope" 1977'de çekilmiş. İlk üç film olan 4, 5 ve 6. bölümler 1977-1983 arası çekilirken uzun bir aradan sonra 1, 2 ve 3. bölümler 1999 - 2005 aralığında çekilmiş. Yedinci filmin de yolda olduğunu biliyoruz. 

İlk filmlerin çekildiği yıllarda dünyaya çift kutuplu düzen hakimdir. 1973'te petrol kaynaklı ekonomik krizin yanısıra bu yıllara İslami hareketler, 1979 İran'ın yeşil devrimi damgasını vurmuştur. Amerika ise Watergate skandalı, Nixon'ın istifası, Amerikan müdaheleciliğine karşı yeni bir Vietnam yaşanmaması için tepki gösterilmesi gibi durumlar nedeniyle izolasyonist politikasına geri dönüş yapmış, etki alanlarını kaybetmiş gibidir. Bu arka planda Star Wars'ta etkisi görüldüğünü iddia edebileceğimiz en büyük olay nükleer silahlanmadır. Antlaşmalarla silahlanma sınırlanmaya çalışsa da 70li yılların sonunda silahlanma sınırlamaları giderek imkansızlaşmıştır. Böyle bir arka planda çekilen "A New Hope"'a dönecek olursak Darth Vader ve Darth Sidious'un dark side destekli imparatorluğuyla karşılaşırız. Luke Skywalker aşırı teknolojik ve güçlü "Death Star"ı teknolojinin nimetlerini reddederek "force" desteğiyle yener. Gerçek dünyaya umutsuzluk hakimken, Amerika Sovyetler karşısında güç kaybediyorken film bize bir umut vaadeder; ancak asıl üzerinde durmak istediklerim özellikle 1,2 ve 3. bölümler. Bu bölümleri rejimin demokrasiden diktatörlüğe dönüşmesine paralel olarak Anakin Skywalker'ın Jediler'ın yolundan dark side'a geçerek Darth Vader'a dönüşmesi şeklinde özetleyebiliriz. Bu filmlerin arka planı ise Soğuk Savaş'ın bitişinin ardından 2000li yılların tek kutuplu dönemi. Küreselleşme, 11 Eylül ve terörizme karşı savaş, ABD'nin tek süper güç olması gibi olaylar dönemi etkiliyor; ancak burada önemli olan arka plan değil.


Yaklaşan tehlikeye karşı gezegenleri korumak için acil kararlar vermek, kuvvetli bir yürütmeyle ordu gibi önlemler almak gerekmektedir; ancak senato bu durumda çok atıl kalmakta, karar alımları tıkanmaktadır. 27 Mayıs darbesiyle kurulan senato da 12 Eylül'de aynı nedenlerle lağvedilmiştir. Bu durumda Padme Amidala başta olmak üzere bir kısım senatör başkanlığından oldukça memnun oldukları, tam bir demokrasi yanlısı gibi görünen Senatör Palpatine'in acil durum yetkileriyle donatılmasını önerirler. Öneri kabul edilir, Palpatine de bu yetkileri sadece geçici bir süre için kabul ettiğini, şartlar eskiye dönünce demokrasiyi korumanın önemini vurgular. Bu noktadan sonra ise Anakin Skywalker ve Palpatine arasında Anakin'in kafasını karıştıran konuşmalar geçmeye başlar. Bence Anakin'in dark side'a geçmeye başlaması Padme'yi kurtarmak için çaresiz kalmasından önce Palpatine'in manipülasyonuyla iktidarın tek elde toplanmasının daha güçlü, karar alıp uygulamada daha avantajlı bir devlet oluşturmasına ikna olmasıyla başlar. Padme'yle konuşmalarında neden demokrasinin öncelikli görüldüğünü anlayamaz, giderek sorgulamaya başlar. Daha önce sorgulamadığı, sadece yüksek egosu nedeniyle şikayet ettiği Jedilık sistemi de onu şüpheye düşürür. Jedilık sisteminin elbette gerçek dünyada tam bir karşılığı olduğu iddia edilemez; ancak yine de siyasi olarak orduya benzer bir kuruma benzediği söylenebilir. Jedilar demokrasinin koruyucusu, garantörü olarak görülmektedir. Bilgelik ve "güç"e göre hareket etmeleri onlara daha mistik bir karakter kazandırsa da siyasi pozisyonları orduya benzer. Jediler'ın yönetimde, siyasi bir erk elde etmede gözü yoktur; ancak demokrasiye karşı girişimleri engellemektir görevleri. Köşeye çekilmek, erki ellerinde tutmamak gibi prensipleri vardır, demokrasiye saygılı olmaktan öte varlık amaçları demokrasiyi korumak gibidir. Aslında özleri itibariyle orduyla çok bağdaşır nitelikleri yoktur. Belki de Palpatine'in gözünden bakınca daha çok ordu gibi görünürler. Palpatine Anakin'in Jediler'a olan güvenini yıkarak onların darbe girişiminde bulunacakları paranoyasını besler. Bunu militarist bir modernleşme modeli izlemiş, 10 yılda bir darbe yaşamış, AKP iktidarına kadar ordunun darbe ihtimali başının üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanan bir ülkenin vatandaşı olduğum için de böyle olabilirim. (Bu söylediğim de asla ve kat'a şimdiki Ergenekon ve orduyu itibarsızlaştırma sürecini destekliyorum demek değildir). Jediler'ın özgürlükçülüğü siyaset bilimciler tarafından bayağı tartışılan bir konu bu arada. Buradaki önemli göstergelerden biri de Luke Skywalker'ın cumhuriyeti tekrar kurduktan sonra Jediler'ın yetkilerini sadece Jedi dini ile ilgili konularla sınırlaması. Jediler'ın bir diğer ayıbının da Anakin'e atarlı ergen muamelesi yapıp karşılarına alıp adam gibi konuşmaması bence ayrıca. Tamam Anakin atarlı ergen biraz sahiden; ama ciddiye alsalar o çocuklar kurtulurdu belki. 


En nihayetinde Senatör Palpatine Darth Sidious, Anakin Skywalker da Darth Vader olduğunda Galaksi Cumhuriyeti de Galaksi İmparatorluğu'na dönüşür. Halkı baskı ve totalitarizmle yönetir. Anakin dark side'a politik olarak Palpatine'in galaksiye düzen getireceğini düşündüğü için geçer. Düzen demokrasiden önce gelir onun için o koşullarda. Fransız İhtilali sonrası insanların kaotik ortamdan yılmasının Louis Bonaparte'ın imparatorluğuna çanak tutması gibi yani. Günümüz dünyasının siyasetine dair pek çok şey söyleyen Star Wars'u bu günlerde izleyip feyz almakta fayda var.


6 Eylül 2013 Cuma

Yaşamaya Dair veya Duende

Ne çok yaz, ne çok yaz. Çocuklarımızın yıllar sonra sorup da öğrenmek isteyeceği bir yaz geçirdik hep beraber. Geçirmeye de devam ediyoruz aslında. İnsan en çok böyle zamanlarda yaşadığını hissediyor galiba. Hem çok gerçek dışı gibi bir tecrübe, bir yandan da sıcağı sıcağına yaşayıp gerçekliğini hissediyor insan. Uzun bir süredir yaşamaktan yazma itkisi bulmadım herhalde. Tembelliğimi örtbas etmeye de çalışıyorum ama tabii. Ne zamandır duendeye dair bir şeyler karalamak istiyordum aslında, dün aklıma düştü.
Dün Joseph Campbell ve Bill Moyers'in sohbetlerinden derlenen "Mitolojinin Gücü" adlı kitabı bitirdim çünkü (ki çok ilginç bir kitap, hayatı genel anlamıyla ilgilendiren şeyler söylediği için herkesin ilgisini çeker bence). Bunu açıklamadan önce arka arkaya Gezi, duende ve mitolojiden niye bahsettiğimi açıklasam daha iyi ama.
Duende İspanyol kültürüne ait ama aslında evrensel olan, çevirisi olmayan bir kelime. Goethe duendeyi "herkesin hissettiği, filozofların açıklayamadığı esrarengiz güç" olarak tanımlamış. İspanyol kültüründeki yerini gerçek flamenko gösterilerinde dansçının, müzisyenlerin, seyircilerin "ole" diye galeyana geldiği anlarda gözlemlemek olası. Yani bir esrime, "extase" veya vecd halini ifade ettiği söylenebilir. "Extase" kelimesi "ecstasy"nin kökü, antik Yunan tragedyalarının dayandığı yer olan Dionysos şenliklerinde varılan esrime halinde ruhun bedenden çıkarak özgürce dolaşması gibi bir anlamda kullanılıyor. Bu kavram duende'yi anlamak için bir anahtar olabilir. İspanyollar'ın özelinde duende Lorca şiirleri ve oyunları, özellikle Lorca'nın "Duende Kuramı" başlıklı konferansı (YKY'den çıkan, Yıldız Ersoy Canpolat ve Selahattin Özpalabıyıklar tarafından hazırlanan "Federico Garcia Lorca - Profil" adlı kitapta mevcut); Manuel de Falla,  İsaac Albeniz, Cameron de la Isla, Paco de Lucia gibi ustaların flamenkoları; Carlos Saura'nın müzik ve dansa ilişkin filmleri; Tony Gatlif'in müthiş müzikli filmleri gibi eserlerden sezilebilir. Jason Webster'ın Ayrıntı Yayınları'nın Yeraltı Edebiyatı serisinden çıkan "Flamenkonun İzinde" adlı kitabı da oldukça hoş bir biçimde ele alıyordu konuyu.
Duende deyince yaşam enerjisinin kaynağı, gusto, ruh, arayış, tutku, efsun geliyor. Duende içinde olduğu şeyi anlamlı kılar da denebilir bence. Lorca konuyu anlatırken verdiği örneklerde iyi flamenkonun özelliğinin sesle ve teknikle değil duende ile alakalı olduğunu söylüyor. "Flamenkonun İzinde"de ise protagonist bir arayış içinde bir flamenko grubuna katılır, müzik, aşk, seks, uyuşturucu gibi deneyimlerle herkesin kendi duendesi olduğuna, duendenin de sonuçta değil yolda bulunduğuna, yolun kendisi olduğuna kanaat getirir.
İspanyolların duende dediğine Campbell "sonsuz hayat enerjisi" diyor ve hem antik mitlerde hem de modern mitler olan Star Wars gibi filmlerde insanın hikayesinin ele alındığını ve insanın bu enerjinin peşinde olduğunu söylüyor. Bu enerji insana yaşadığını hissettiren enerji. Bu enerji, yani bence duende olmadan yaşanan hayat vasat ve yaşama sevincinden yoksun oluyor. Büyük üzüntüler yaşamaktan koruyor belki bu tercih; ama büyük zevkler ve mutluluklardan da uzak tutuyor. Normal hayat akışında kırılmalar yaratmak aslında yaşamı en çok hissettirenler. Ekstrem sporlar yapmak, uyuşturucu kullanmak gibi eylemler duende üzerinden de okunabilir.
Gezi de bize duendeyi hissettirdi. Tabii ki buna indirgeyecek halim yok, politik altyapıyı paranteze alarak konuşuyorum. O parkta olup o havayı solumak (biber gazı elverdiğince) bize yaşadığımızı, kendimiz için bir şeyler yapabileceğimizi hissettirdi.
Duende hep uç deneyimlerde mi gizli? Bence herkesin kendi arayışı bu. Alkol, seks, aşk gibi esrime araçları bütün insanlık için ortak; ancak bence küçük şeylerde de var duende, hatta olmalı. Sizi çok etkileyen bir kitap, film veya şarkıda, biriyle dolu dolu muhabbet ettiğinizde,  bir seyahatte gördüklerinizde, lezzetli bir yemek yediğinizde, tutkuyla yaptığınız işiniz ya da hobinizde hep var.
Benim arzum duendeyi mümkün mertebe hayatın her alanına yayıp hep yakalamaya çalışmak. Benim payıma da başta Edip Cansever ve Neşet Ertaş olmak üzere bir kısım sanat, Kadıköy, üç katlı vapurun en üst katında gün batımı, muhabbetli şarkılı türkülü rakı sofraları, tiyatro, mutfak keşifleri... gider, gider. Ölümlü yaşamanın nimetleri bunlar. Bunu olur a biri okursa merak ederim, çekinmeden söylesin sonsuz hayat enerjisini...

27 Mart 2013 Çarşamba

Tiyatro - Ne Olursa Olsun Hala Büyü

Dünya Tiyatrolar Günü bugün malum, Göksel Kortay'ın da Dario Fo'nun da bugüne dair yazdığı yazılar dikkatle okunmalı bence de. Lâkin ben bu sabah ayrı bir coşkuyla uyandım, söylemeden edemeyeceğim. Dün gece Galatasaray Üniversitesi Tiyatro Topluluğu olarak Ormanlardan Hemen Önceki Gece adlı oyunumuzun prömiyerini yaptık Afife Jale Sahnesi'nde. GSÜTT hep çok yoğun çalışır, çoğu başka şeye zamanınız yeriniz kalmaz; ama bu sene bambaşkaydı. Önce bir deli yönetmen çıkardık aramızdan, daha önce hiç çalışmadığımız bir tarzda bedene ve oyuncuların karakter yaratımına dayalı bir şeyler yapmak istedi. Hepimiz zayıfladık, elimizden geldiği kadar spor yaptık, bedenlerimizle uğraştık. Sonra bir gün okulumuzun o çok sevdiğimiz kısmında provadayken burnumuza bir ince yanık kokusu geldi, 1 saat sonra okulun öbür tarafından o en yaşadığımız köşenin cayır cayır yanışını izledik nutkumuz tutulmuş. Sonrası tırmalamalar, sahne aramalar, her üyenin kendi bağlantılarını seferber etmesi. Birkaç ay göçebe yaşadık, Bahçeşehir, Haliç Üniversiteleri gibi kurumlar bize kapılarını açtı. Afife Jale Sahnesi'nin elinden gelen yardım gece 11-2 arasında birkaç gün prova tahsis etmek oldu. Yaptık o provaları inanamadım ben. 4-5 saat uyuyup sabah derslerimize gittik sonra. Ucundan kıyısından uğraşmış herkes bilir, deli işidir tiyatro, kendini kaptırmayan insan seviyor-muş numarası yapamaz. Bu hep böyle ama bu sene ayrıca zorlayıcıydı benim için, GSÜTT için. Bir noktadan sonra dışardan bakışımızı kaybettik, biz böyle başka bir şeyler deniyoruz ama seyirci ne tepki verecek bilemedik, ürktük. Dün gece prömiyer yaptık nihayet, bambaşka bir enerji vardı sahnede. Sahneden gözünü kırpmadan oyunu takip eden seyircileri görmek, şaşkınlıkla gülmeleri duymak, sevdiklerini farketmek büyük sürpriz oldu. Çok uzun zamandır, belki de hiç bir zaman bu kadar keyif almamıştım sahnede olmaktan. Müthişti seyirciyle o etkileşimi hissetmek. Selama çıktığımızda göz göze geldiğim bazı suratlardaki ifadeleri görünce ağlamaklı oldum mutluluktan. Selam verip içeri girdiğimizde tekrar başlayan alkışı duyunca önce anlam veremedim, biri mi çıktı sahneye, biri bir şey mi yaptı diye. Sonra bir farkettik ki ciddi ciddi tekrar selama çıkalım diye alkışlanıyoruz. Hiç unutamayacağım bir andı sanırım. Oyun bitiminde konuştuğum herkesin ne kadar beğendiğini söylemesine hala inanamıyorum. Bugün pek çok tartışma yapılıyor tabiatıyla tiyatronun günümüzdeki yeriyle ilgili. Bence sahneyle seyirciyi etkileşime sokan, iki taraf arasında gidip gelen o  haz temelinde var, ortadan kalkması da mümkün değil. Bu hala bir büyü, hep de öyle olacak. Seyircisine saygılı, düşünülmüş ve üstünde tarifsiz emek harcanmış güzelim oyunlarını bizimle buluşturan bütün tiyatrocuların, tiyatroya maddi manevi mesai harcayan, sahneye saygılı muhteşem seyircilerin günü kutlu olsun.

Hamiş: Eskaza bizzat tanışmadığım, bir de üstüne tiyatroyla ilgilenen birileri okuyorsa bu yazdıklarımı, ilgilendiyse, Bu cuma (29 Mart) Şişli Blackout Sahnesi'nde 20.30'da, 3 Nisan Ortaköy Afife Jale Sahnesi'nde 19.30'da, 15 Nisan'da yine Afife Jale Sahnesi'nde 20.30'da oynuyoruz. Başka üniversitelerde ve sahnelerde de oynayacağız. Gelip görse, fikir beyan etse pek çok mutlu olurum.

8 Şubat 2013 Cuma

Biz ki kahvaltının mutlulukla ilgisine can-ı gönülden inanırız

Tatil günlerinin baş tacı uzun, kocaman, keyifli kahvaltılar değilse nedir ki? Haftasonuna bağlanırken bir kahvaltı dosyası derleyeyim dedim ben de, yemelerimin bir faydası olur belki. Gittiğim, sevdiğim, kahvaltı severlere tavsiye edeceğim mekanlar bunlar böyle. 
Hamiş: Ben peynir yemediğimden peyniriyle makbul yerler baştan diskalifiye. 

MODA

Kadıköy, Moda civarı ev hissidir, güzelliktir. Moda'da kahvaltının yeri de çok ayrı tabii.

Dodo

Waffle'cı Kemal Usta'nın devamında yer alan Dodo bir çok kahvaltı seçeneğinden işaretlediklerinizle kendi kahvaltı tabağınızı oluşturabilmeniz gibi bir artıya sahip. Yumurta çeşitleri falan bol bol hep herkes kafasına göre bir şey bulur bence. Yanında sınırsız çay ve ekmek servisi de mevcut. Özellikle çok lezzetli bir ürünü yok ama. Fiyatlar da moda standartlarında gayet makul. Haftasonları çok kalabalık olabiliyor, küçük bir yer, sessiz, sakin, huzurlu olamıyorsunuz pek ama büyük arkadaş gruplarıyla güzel güzel oturulabilir.

Moda Van

Arada bir değişiklik olarak otantik bir kahvaltı seçeneği olabilir. Moda Starbucks'ın karşı tarafında yer alıyor. Yeri çok hoş, yeşillikler içinde bir bahçe olması insanı sokaktan soyutluyor. Serpme kahvaltısı oldukça bol, klasik söğüş, bal-kaymak gibi standartlardan ziyade Van'a özgü kahvaltılıklar yer alıyor. Bilhassa bahar aylarında tercih edilebilir. Haftasonları kalabalık olma sıkıntısı elbette burada da mevcut; ama bir kere masa bulduktan sonra uzun uzun mayışabilir, çaya düşüp gazetelerinizi okuyabilirsiniz. Kişi başı 25'e falan geliyordu hatırladığım kadarıyla.

KUZGUNCUK

Ben Kuzguncuk'u çok uzak sanırdım eskiden, halbuki Üsküdar'dan Beylerbeyi tarafına 20-30 dk yürüme mesafesi, otobüsler minibüsler de geçiyor hem. Çok hoş, insana huzur veren bir semt kendisi, İstanbul'da yaşayıp da görmemek çok büyük ayıp. 

Pita

Kuzguncuk Caddesi'nde solunuza bakarak yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak. Hamarat kadınların lezzetli yemeklerini sunan bu küçücük yerin hem kahvaltısı, hem zeytinyağlıları hem de tatlıları oldukça hoş. Ben kahvaltıya gittim sadece, diğerlerinde de çok fena gözüm kaldı hep. Klasik kahvaltı seçeneklerinin yanısıra pofidik pidelerle yapılan pitalarıyla ünlü, bunlar da pek hoş ama çok büyük ve doyurucular, ona göre hareket edin derim. Kendi yaptıkları reçelleri de yemeye doyum olmuyor. Fiyatları çok çok uygun.

EMİRGAN

Sütiş

Emirgan Sütiş boğaz kenarındaki yeri ve kalitesiyle diğer şubelerinden çok farklı. Özellikle dışardaki bölümde oturmak çok keyifli. Beni kahvaltının yanında verdikleri çeşit çeşit el yapımı ekmekle tavlıyorlar. Standart kahvaltı ürünleri mevcut, yumurta olarak sucuklu yumurta tarzı ürünleri daha güzel, menemenleri sanırım bol teryağıyla yapıyorlar, bana ağır gelmişti biraz. Börek konusunda da oldukça iddialılar, kıymalı kol böreği bayağı yenesi. Kişi başı 25 gibi bir fiyata geliyor burada kahvaltı.

RUMELİ HİSARI

Nar Cafe

Hisardaki kahvaltıcılar ünlüdür, en çok da Sade Kahve sanırım. Kendini beğenirim Sade Kahve'nin ama kahvaltısının çok da bir özelliği yoktur kanımca. Benim tercihim yanındaki Nar Cafe'den yana. Sevimli atmosferi, Boğaz'da olması gibi artılarının yanısıra kahvaltısı her türlü beğeniyi tatmin edebilir yönde. Menüsünde değişik değişik koocaman kahvaltı tabakları bulunuyor. O kadar büyükleri ki 1 tanesi 2 kişilik boyutunda, ortada büyük bir açlık yoksa böyle de yenesi. Kahvaltı tabakları çeşitli ülkelere ait, Amsterdam olanda bol bol peynir, bir başkasında bol bol şarküteri ürünü var vs. Benim favorim adı Demet İzmir'de olan. Bunların içinde french toast, pancake gibi arada kaçamak yapma kahvaltılıkları da mevcut. 2 kişiye rahat rahat yeten o kahvaltı tabakları 30 gibi bir şeydi yanlış hatırlamıyorsam.

BEBEK

Bebek Kitchnette

Kitchnette'in Bebek'teki yeri en güzeli sanırım. Zaten kahvaltı konusunda da oldukça başarılı. Kahvaltı servislerinde saat sınırının olmayışı da sevdiren bir etken. Ben buraya gitmişken standart kahvaltı yerine sadece haftasonları yaptıkları pancake ve croque madame tarzı ürünlerini tercih ediyorum, bayağı başarılılar şiddetle tavsiye ederim. 

BEŞİKTAŞ

Aslan payını Beşiktaş'a ayırmam ne en sevdiğim ne de en iyi olduğu için; tamamen bir Galatasaray Üniversitesi öğrencisi olarak burada geçirdiğim zamanın çokluğuna dair. Bir de söylemeyi unuturum, hepsinin de fiyatları çok çok iyi. Buranın da kahvaltıcıları benim "kahvaltıcılar sokağı" diye hitap ettiğim çarşıdan çıkışta cart yeşil Yağmur Cafe'yi görüp girdiğiniz ve sağa devam ettiğiniz, veya da Beşiktaş Hamamı'ndan girip sola döndüğünüzde gördüğünüz sokakta toplanmakta. 

Reçel Türevleri

2 sene önce açılıp kahvaltıcıların gözbebeği olan bu mekan küçücük, özelliği Türev'in annesinin Adana'dan yapıp gönderdiği muhteşem reçeller. Mevsimine göre bulunuyor, akla hayale gelmeyen şeylerin reçeli var. Aşağı yukarı hepsini tattım sanırım: elma, havuç ve karaduta özellikle dikkat. İlk açıldığında bilinmedik, çok tatlı bir yerdi. Pek kimse olmuyordu, uzun oturduğumuzda mis gibi fırından çıkmış kek ve kurabiye bile ikram ediliyordu. Sonraları pek popüler oldu, yer bulunamaz oldu, servis biraz bozdu. Bu senenin başından beri gitmedim ben de ama yine de şöyle güzel güzel keyifle oturup yemek yenecek yer açısından çok çorak olan Beşiktaş'ta bir vaha gibi. Menemenleri de güzel, omletleri çok başarılı değil. Reçellerini kreple de yiyiyebiliyorsunuz, güzel oluyor.

Çakmak Kahvaltı Salonu

Beşiktaş'ta dört şubesi falan var, adıyla müsemma, tam bir kahvaltı salonu. Oturmak falan keyifli değil ama kahvaltısı çok başarılı. Kaşarlı menemeni dillere destan, ben yemiyorum tabii ama tulum peyniri de çok seviliyor, sevenlerin yalancısıyım. Havanın güzel olduğu haftasonu günlerinde aşırı yoğun, kapısında kuyruk oluyor, haftaiçi daha rahat.

Pişi

Cart yeşil Yağmur Cafe'den sağa dönünce hemen sağda kalıyor, Reçel Türevleri'yle birlikte Beşiktaş'ın hem içinde oturmak isteyebileceğiniz hem de tatma duyunuzun  tatmin olacağı iki mekanından biri sanırım. Pişi hamur kızartması oluyor, tatlısıyla tuzlusuyla çeşit çeşit mevcut. Ben o kadar da yemeyeyim diye pişi yemiyorum genelde, diğer kahvaltıkları da yeniyor. Bir de burger konusunda bayağı iddialılar, beğendilisinden yemiştim ben bir kere, çok güzeldi. Yanında da hazır değil ev yapımı anneanne evi patatesi getirmeleri de tavlayıcı bir hareket. Mekanın kendisinin tatlılığını ve Wristcutters a Love Story'de Gogol Bordello'nun solistinin oynadığı karaktere çok benzeyen garsonu da söylemeden geçmeyeyim.



3 Şubat 2013 Pazar

Largo Desolato

2 yıldır methini duyup da gidemediğim Ekip Tiyatrosu'nun Largo Desolato'suna en sonunda gitme fırsatı buldum. Çok fazla övgüsünü duyduğumuz için belki, umduğumu bulamadım. Vaclav Havel Türkçe'de de yayınlanan kısa oyunları, Bildirim, Şeytan Çelmesi, Largo Desolato gibi oyunlarını okuyup çok sevdiğim bir yazar. Oyun okumayı, kara komediyi ve kafkaesk üslubu seven herkese de tavsiye ederim. Ekip Tiyatrosu göstermeci dekoruyla, oyuncuları ve seyircileri konumlandırışıyla interaktif ve açık biçim bir yorum seçmiş. Başta bunun Havel'in kafkaesk üslubuna hizmet ettiğini düşünsem de zaten küçük bir salon olan SahneHâl'de sürekli pata pata koşturulması, her oyuncunun sürekli bağırarak oynaması, sahnede de sürekli sert ve gürültülü dekor kullanımları izlemek 2 saati aşan bir oyun olması nedeniyle bir yerden sonra yordu. Kostüm ve makyajlar estetikti ve yine oyunun amacına hizmet ediyordu, oyunun başta bu kadar ilgi çekmesine neden olan da bu faktörlerdi sanırım. Oyuna kattığı artılara rağmen böyle bir metinle çalışıldığında ilk akla gelen reji fikrinin groteskvari makyaj ve Havel'in anlattığı distopik devlet bürokrasilerine ithafen siyah pantolon beyaz gömlek olduğunun bilincinde olmakta fayda var diye düşünüyorum. Aksesuar olarak kullanılan rozetler ise iyi düşünülmüş birer ayrıntı. Oyunla ilgili sıkıntı yaratan bir diğer mevzu da diyalogların akmayışıydı. Replik alış verişleri arasında çok fazla gereksiz es olması da oyunun takibini zorlaştırıyor, bir yerden sonra sıkıyor seyirciyi. Belki de oyunu 3 yıldır oynuyor olmalarına vermek gerek. Sonda söylenmesi gerekenleri başta söylemişim, oyunun konusuna gelecek olursak Largo Desolato distopik bir ülkede "aydın" olan Leopold'ün hem devletten hem de etrafından gördüğü baskıyı ve bunun yarattığı paranoyayı, eylemsizliği ve korkuları anlatır. Oyunun aynı zamanda yönetmeni de olan Cem Uslu (Leopold) ve Duygu Yetiş (Marketa)'in performansları diğer oyuncular arasında öne çıkıyor, ikisinin sahnesi oyunu bazı yorucu ve kakafonik sahnelerden sonra ayağa kaldırıyor. DT ve ŞT'nin klasik sahneleme tekniklerine alışmış ve farklı bir reji görmek isteyen, interaktif oyunları seven seyircilere tavsiye edilebilir. SahneHâl'e ilk defa gittim ben, yeri gayet kolay; Şişli metro ve otobüs duraklarına çok yakın, Şişli İlçe Emniyet Müdürlüğü'nün hemen bitişiği. Bu arada karşısındaki Aşgana Gözleme'nin yoğurtlu gözlemelerinden tatmanızı ve gözlemecide caz çalmasına şaşırarak keyiflenmeyi tavsiye ederim. Her çarşama 20.00'de sanırım, öğrenci bileti 20 lira. Biz 4 kişi gittik oyuna; birimiz nefret etti, birimiz itici buldu, birimiz oldukça beğendi sanırım. Ben metni daha önce okuduğum, hatta Marketa-Leopold diyaloğunu Marketa olarak oynadığım için daha kolay takip edebildim, Ekip'in reji eklemelerini gözlemleyebildim, daha keyifli oldu. Can Yayınları'ndan çıkmıştı oyun, bulunabilir, okunabilir. 

26 Eylül 2012 Çarşamba

Kalktı Göç Eyledi...

Dün sabah kahvaltı hazırlarken televizyonu açınca içime bir düğüm oturdu ki... Almaktan çok korktuğum bir haber; Usta Hakk'a yürümüş... En sevdiğim herhangi bir şeyi soran sorulara kilitlenirim, 1 tane en'i seçip söyleyemem. Lâkin en sevdiğim müzisyen sorulunca aklıma ilk hücum eden isimlerden biriydi Neşet Ertaş. Çok istedim İstanbul'da tekrar konser versin, canlı dinleyeyim, alkışlayayım. Olmadı. Döne döne muazzam 2001 Harbiye Açıkhava konseri dinlenecek. "Afedersiniz ayıp olmazsa ceketimi çıkarabilir miyim" dediğinde gözler dolacak. Abdallığın verdiği ve yüksek ihtimalle son örneklerinden olduğu o Anadolu dervişi tavrı, kendine has hümanizmi ve tasavvuf anlayışı, mütevaziliği, kendine has notalara kaydedilemeyen uzun saplı bağlaması, yürek yakan çalma tarzı, haykırdığı bozlaklar kaldı bizde...
Dün gece Haşim Akman'ın "Gönül Dağı'nda bir Garip" söyleşisine gitti elim. "Leyla" geçer ya türkülerinde, Yazımı Kışa Çevirdin de eski eşi Leyla Hanım'a yazdı diye bilinir -ben de öyle biliyordum- kitaptan öğrendim ki Leyla'yı aşık olunan kadın anlamında kullanıyormuş. Leyla Hanım'la evlendiğinde başkasını seviyormuş, ona aşık olmadan evlendiği için de çok pişman olmuş, bu yüzden Hata Benim'i yazmış. "Aşık" diye tanımlıyor kendini: "Ben hep aşıktım" diyor. Düsturu hep Mecnunluk.
Rakı masasında her Ahirim Sensin söyleyişimde ruhu şâd olsun, selam olsun Neşet Ertaş'a. O cenneti de cehennemi de bu dünyada yaşayıp gitmiş Yalan Dünya'dan, biz gönül dağında Garip'siz kaldık, hepimiz bir parça garip'iz bundan gayrı...