19 Mart 2012 Pazartesi

Boyanmavaktiyeşilesahiden





Bahar bu sefer sağ gösterip sol vurma olur mu? Temelli kal. Limonata kıvamı hava, çiçek açan ağaçlar. Bu baharı boğazda, Moda'da, Kuzguncuk'ta geçirmek dileğiyle... Baharda mutlu olunur ölü toprağı atılır. Bunlar da bana baharın çağrıştırdıkları, nam-ı diğer mutlu şarkılardan bir kuple.

İlk sırada baharın şarkısı: Karanfil - Yeni Türkü



Van Gogh - Almond Blossom

Nisan'da İstanbul'da erguvan turu yapılır


18 Mart 2012 Pazar

"So told the raven; nevermore"


O renkli çiçeklerine heves ediyordu ormanın ama aslında Kuzgun görünüşünün altında ormanın perisiydi. Yaşam enerjisini ondan alıyordu orman. Belki bu yüzdendi kendi halsizliği. Ormandan uzaklaştığında daha da kararıyordu - ta içinden geliyordu karanlık hem de. Halbuki ormanındayken bütün renkler onun siyah prizmasından geçiyor - bütün renkler o oluyordu. Ona sorsanız kendi rengi olsun isterdi, cafcaflı hem de. Çiçeklerinki gibi yani; kırmızı, mavi, mor ne olursa olsun. Renkli çiçeklerdi güzel olan kendine göre çünkü. Kendisi ise siyaha mahkum edilmişti fikrince; Kuzgunî siyaha. Halbuki çiçeklerin o parlak renkliliği ancak yerdeki örtünün yeknesaklığını sağlıyordu. Artık öncesini hatırlayamıyordu ama o ormanın perisiydi işte, evvel zaman önce bir büyü yapılmıştı ona; ormanı yakmak isteyenler tarafından. Hem de onu çok seven ağaçların yardımıyla. Ağaçlar o orman perisini o kadar çok seviyorlardı ki marazî olmuştu sevgileri; sevdiklerine zarar verir cinsten. Onu korumak için Kuzgun'a dönüştürülmesine izin vermişlerdi. Bilmiyorlardı ki peri ormanın renkleriyle varoluyor, Kuzgun olmaya mahkum edilmek ona bu kadar acı çektirecek... Kuzgun bu büyüyü düzeltecek büyücüyü bekliyordu için için. Ama Kuzgun da kuştur; Simurg familyasından. Beklediği büyücü kendinden başkası değildi, çünkü oydu o ormanın perisi. Periliği unutturulup Kuzgun'a dönüştürülmüştü sadece. Hatırlaması gereken şuydu sadece: Kuzgun renkleri elinden alındığından siyah değildir; bütün renkleri içinde barındırdığından siyahtır.

16 Mart 2012 Cuma

Nisan Gelinlikli Erik Ağaçlarıyla Film Festivali Ayıdır

Lisede ne güzeldi Nisan. Hava limonata gibi bahar havası, ya Kadıköy'de ya Taksim'desindir bütün gün. Filmlere girip çıkar, arkadaşlarına denk gelirsin. Bazen bütün gün yalnızsındır. Film aralarında dolaşırsın tek başına, mağazalara bakar, kitapçı gezersin. Ya da kitabı alıp oturursun bir yerde dinlenirsin. Ders bile çalışırsın. Festivali daha da rahat yaşayacağım sanırdım üniversitede ama Nisan artık bunların yanı sıra oyun gösterimi ve turne ayı oldu benim için. Ve bittabii vizelerin ayı. Bu sene bir de festivalin tam bazı güzel elli adamlarla vuslata denk gelmesi filmlere gitmemi imkansız kılacak sanırım. Ama olsun yakalayabildiğim kadar, atmosferi yeter hem, ben gidemesem de sinema seven herkes gitsin candır festival.
Görmek nasip olur mu bilinmez ama benim gözüme kestirdiklerim bunlar:

Önce 2. dereceli seçimden geçenler = gitmeyi zorlayacaklarım:

Uluslararası Yarışma:

Kabuktaki Çatlaklar: Konusu benim için çok görülesi

Sinemada İnsan Hakları:


*Son yıllarda hızla yayılan insan hakları ihlallerine tepki olarak insan haklarının uluslararası konjonktürde oldukça ön plana çıkması. Festivallerde de kendini gösteriyor haliyle. Keşke hepsini görebilsem, belki de ilerde çalışmak isteyeceğim alan...

Crulic - Öteki Tarafa Yolculuk: Bir animasyon ki hukuksuz tutuklamaları anlatan. 2012 Türkiyesi' nde yaşayan herkesin gözünü çarpmalı.

Uyuyan Ses: Faşizm tarihinde en çok ilgimi cezbeden coğrafya Franco İspanyası'nın kadınlar yönünden ele alınması. Görmem lazım.

Akbank Galaları:

Azrail'i Beklerken: Persepolis'le tatlı tatlı yüreğimizi dağlayan Marjane Satrapi'nin hafif gerçeküstü yeni filmi. Yaşasın Ortadoğu'nun harika kadınları, başta Marjane Satrapi ve Nadine Lebaki. Cağnım kadın söyleşi de yapacakmış hem. Ne güzel olur gitsem.

Trishna: Kaybolan Masumiyet'in çağdaş Hint uyarlaması. Gelenekle aşk arasında kalmak? Keşke bu kadar evrensel bir sorun olmasa.

Yıllara Meydan Okuyanlar:

Aşkın Karanlık Yüzü: İnsanoğlunun aşkı, arzusu, tutkusu vallahi çok karmaşık. Bunu zekice inceleyen filmler her daim ilgimi çekecek.

Öfkeliler: Politize olmuş isyan eden Avrupa üzerine. Uygarlığının altında ezilen Avrupa. Kibrinden gerçeğini göremeyen Avrupa.

Karanlıkta Kalanlar: Klişe konuyu yaratıcı perspektifle ele alan film - gibi görünen

Faust: 19.yy da geçiyor bu seferki ve sağlam alt-metinli duruyor. En çok görmek istediklerimden.

Dünya Festivallerinden:

Unutulan Topraklar: Çernobil'e ilişkin 2. film olabilir !f'te gösterilen Sıradan bir Cumartesi'den sonra.

Gökyüzünde Bir Ayna: Katmandu'ya bakmak içün

Masumiyet: Suç ve cezayla ilişkimiz. Onulmaz işler güzelim dilde bu yâre.

Kopma: Yine çok gitmek istenilenlerden, aşırı klişe bir konuyu farklı ele aldığı tahmin edilenlerden.

Bakan: Siyasi kavramlar, günümüzün bunalımı kavramlar. Lakin o fotoğraftaki çıplak kadınla timsah ne ola ki?

Çingene: Yıldızlı filmlerimden - büyülü gerçekçilik dendi mi şapşal gülümseyerek heyecanlanıyorum. Bebeğim Marquez. Alt kültür, toplumsal kimlik, modern toplum trajedisi.

Kadınlar: Fahişeliğin ahlakîliği ve Juliette Binoche. Bence iyi kombinasyon.

11 Yaşındayım: Mao ve Kültür Devrimi.

Genç Ustalar:

Güzellik: Aşk ve güzellik, iki yüzlü muhafazakarlık.

NTV Belgesel Kuşağı:

Marina Abramoviç Sanatçı Aramızda: İlginçli.

Arirang: Kim Ki Duk'un kendini deşmesi, özeleştirisi, katharsisi. Ben hiç Kim Ki Duk filmi izlemedim ama sevenleri için bulunmaz nimet olabilir, benim gibi bir yönetmenin bu şekilde kendine yönelişini merak edenler için de.

Antidepresan: 

Aşk Perisi: Çok hoş ve ilginç duruyor, yine yıldızlı. 3 sene önce yönetmenin Rumba'sına biletim vardı da yakmıştım. O da çok tatlı duruyordu DVDcilerde görüyorum şimdi.

Aile İçinde:

Çözülme: Yıldızı Fransız banliyölerindeki Müslüman radikal dincileri sosyolojik olarak incelemesinden ötürü.

Canlandırma Sineması:

*Güzel adamın sevdiği türdür bilhassa, ben çok haşır neşir değilimdir ama ne güzel görünüyor bunlar, çok da hoş olur beraber gitsek.

Mutluluğa Boya Beni: Tabloda çizilen hayatın canlanması. Çok sevimli duruyor.

Tepedeki Ev: Anime sevmeyen biri olarak şaşırtıcı şekilde güzel olabileceğini düşündüm. Miyazaki'nin oğlu yapmış.

Gece Masalları: Altı ayrı evrende sinemadakilerin canlanması yaratıcı değil de nedir...

Yunanistan'da Neler Oluyor:

Alpler: Çünkü konusu ilginç ve lisede oynadığımız Alejandro de Casona oyunu Ağaçlar Ayakta Ölür'ünküne benziyor.

Devrimin Filmini Çekmek: 

*Politizeleşiyoruzmuntazaman. Festivaller dahil. Afrika hariç değil. Yine de şahlanıyor aman.

Bir Erkeğin Gölgesinde: Politik filmlerin en başarılı ve kör gözüm parmağına olmayanları kadınlar tarafından çekilenler.

Leyla ile Kurtlar: 84'te çekilmiş fakat bu yıl desen yerim. Yine kadınlar - hem de kollektif bellek ve resmî tarih yazımı üzerine.


Daha bir dolu içimin gittiği ama zaman uyuşmamasından gidemediğim film var ama bu seneki festival de çok güzel duruyor. Türk filmleri ve belgeselleri çok güzel mesela ama sonradan izleyebilme imkanım var diye gitmiyorum. Ayrıca Moulin Rouge, The Wall gibi filmleri (yeniden) sinemada seyredebilmek de çok güzel bir fırsat. Asya filmlerine yeni ısınıyorum fakat festivalde Aya Dövüş Sanatları bölümünde gösterilen filmlerin çoğuna tapıyorum, izlemiş olmama rağmen sinemada bir daha izleyip estetik orgazm yaşamak isterdim ama heyhat...


Bu da bu yazının şarkısı olsun festival ruhlu

10 Mart 2012 Cumartesi

Tarla Kuşuydu Juliet: Yersiz Hayalkırıklığı

Halbüse ne de memnun oldum bilet bulunca, üşenmedim Kağıthane'ye gittim Üsküdar'dan hem de, oyuna yetişeceğim diye de ne stres yaptım... Muradıma erdim fakat ermez olaydım desem yeri. ŞT'nin Tarla Kuşuydu Juliet'inden bahsediyorum. Engin Alkan çocukken 7 Numara'da tanıyıp sevdiğimden beri bir güzel adamdı gözümde. Oyunculuğunu, yönetmenliğini izledim tonton buldum hep. Lâkin hep yönetip hem oynadığı bu oyunda kendisine dair intibama fena küstüm.
İlk gözüme çarpan çok beğendiğim mutfak dekoru oldu - ve arkadaki yıldızlar tabii. Engin Alkan, Sevinç Erbulak, Çağlar Çorumlu ve Murat Bavli; hepsi de ayrı ayrı izleyip beğendiğim oyuncular burada da oyunculuklarını iyi buldum. Bilhassa Shakespeare'i oynayan Çağlar Çorumlu - ki Çağlar Çorumlu olduğunu çok uzun süre anlamadım öyle diyeyim. Oyun postmodern bir bakışla Romeo ve Jüliet ölmeyip evlenseler, çoluğa çocuğa karışsalar ne olurdu sorusunun üzerine gitmiş. Metnin iyi ve zekice yazıldığı görülüyor aslında. Bu kadro da eminim dramaturjiyle adam gibi uğraşmıştır ve titiz bir çalışma gütmüşlerdir oyunun çıkış aşamasında fakat sanırım oyun oynana oynana öyle bir hale gelmiş ki seyirciden reaksiyon alan yerler sivriltilmiş, oradan yürünmüş. Bununla kastettiğim de belden aşağı şaka ve muhabbet bolluğu. Asla ahlakçı teyze gibi bunları sahnede görüp duyunca cıkcıklayan bir insan değilim çok şükür ama bu oyunda o kadar sık, o kadar yersiz ve o kadar paçozca kullanılmıştı ki beni gerçekten rahatsız etti. Cem Yılmaz'a çok gülerim Semaver Kumpanya'nın Titus Andronicus'unda da deliler gibi güldüm kullanılan küfürlere fakat Tarla Kuşuydu Juliet yemedi, yediremedi bana. Sırf cinsellikle ilgili de değil, Shakespeare'e Şeko demek ve daha niceleri gibi gereksiz ve komik olmaktan uzak şakalar tadımızı kaçırdı. Ha tabii güldüğüm yerler oldu, onlar gerçi metin kaynaklıydı sanırım. Metin kendiyle, Shakespare ve eserleriyle dalgasını güzel geçiyor aslında ama oyunlarını bilen insana komik onlar da zaar. Ayrıca bir yerden sonra Engin Alkan stand-up'ına döndü olay, gereksiz uzadığını düşündüğüm çok yer oldu bu muhabbetin de. Ayrıca klişe yabancılaştırma efektlerinden sürekli oyun olduğunu hatırlatma, ŞT'ye laf atma kısımlarının da suyu çıktı bir yerden sonra.
İyi şeylere gelirsek ama oyunculuklar, dekor tasarımı ve kullanımı - Shakespeare'in alakasız yerlerden dumanlar içinde çıkması bilhassa, her oyuncunun birçok farklı enstrüman çalıp şarkı söylemesi güzelli şeylerdi hep.
Bu arada iki arkadaşımla gittiğimiz oyunda biz ara ara öh sapıttı şu an falan derken bütün salon istisnasız her şakaya, küfre ve belden aşağı imalı jeste katıla katıla güldü. Bir yandan inceden sosyolojik çıkarımlar yapmaya öykünüp acaba Kağıthane'de mi böyle oynuyorlar diye de düşünmedik değil. Bir de beni şaşırtan oyunla ilgili yazılan yorumların hepsinde oyunun aşırı bir şekilde övülmesi. Ekşisözlük'te olsun çeşitli gazete ve dergilerde olsun yorum yazan insanlar her şeyine bayılmış. Tiyatroyla ve sanatla ilgili, okuyan eden insanların bu mizah anlayışını alkışlaması ne yalan söyleyeyim beni çok şaşırttı. Bir de Engin Alkan'ın bir dönüşüm geçiriyor olma ihtimalini düşünüyorum kısa zaman önce de cağnım Boris Vian'ın cağnım Generallerin Beş Çayı'nı apaçi müzikli vs bir rejiyle oynattığını duyduğumu da varsayarak. Gönül ister ki yanılayım. İstanbul Efendisi veya Şark Dişçisi'ne de yakın zamanda gidip kendimi yalanlamak arzumdur. Vasat bulduğum bu oyuna yine de daha iyi bir alternatif yoksa gidilmesini önerebilirim.

4 Mart 2012 Pazar

Herkes kadar korkuyorum, daha az veya daha fazla değil. Şu an bana kendimden korkmamayı öğreten adama bir şey olduysa diye korkuyorum mesela. Yazarken bile boğazımda bir yumru beliriveriyor. Ta oralarda yalnız ve hasta oldu , başına bir şey geldi diye kemiriyorum kendimi. En çok onunlayken korkmuyorum. Ama onunla ilgili korkmuyor muyum? Püf hem de. 1 yılı aşkındır sık sık sorgulama refleksimle doğru mu yapıyorum? Onunla mı beraber olmak istiyorum? diye soruyorum kendime. Her seferinde de çok emin yanıtlıyorum kendimi, ya da hayat bana güzel güzel cevap veriyor; tabii ki dedirtiyor. Ortak gelecek düşündükçe o biraz korkuyorum. Ortak gelecek düşünmekten korkuyorum. Düşünmemekten de korkuyorum. Bir hayatı paylaşacak kadar uyuşacak mıyız ilerde diye korkuyorum. O mutsuz olur mu diye, ben mutsuz olur muyum diye korkuyorum. Annemle babama dönüşmekten korkuyorum (ki çok çok iyi bir aile hayatı örneği bendeki, korkum sadece her çocuğunki gibi anne-babanın hatalarını tekrarlama korkusu). Anneme benzeme ihtimalimden korkuyorum. Anneme benzememe ihtimalimden, onun kadar iyi anne olamamaktan çok daha fazla korkuyorum. Karşımdaki adamı babama benzetince korkuyorum bazen ki gene sıkıntılı alanlara dair, yoksa daha iyi bir baba tahayyül edemiyorum. Al işte mesela çocuklarımın babası benim babam kadar iyi baba olamazsa da korkuyorum. Çocuklarım olmasından ölesiye korkuyordum, giderek bir nebze de olsa bu fikre ısınmaya başladım. Çocuklarım olmamasından korkuyorum şimdi biraz. Sevdiğim adam için sevmediğim bir hayat kurmaktan korkuyorum. Tersinden de. Sonra birbirimizi suçlamaktan da. Kariyer olarak istediğimi yapamamaktan korkuyorum, ya da maddi sıkıntı çekmekten. Kendimle ilgili gerçekleştirmeye çalıştığım ideallerim gerçekleşmezse diye korkuyorum. Sandığımdan yetersizsem diye, ya yürüyüp yürüyüp bir arpa boyu yol alamamışsam diye. Çok karamsar mı duyuluyor böyle deyince acaba. Herkes kadar ama. Bunlar küçük, gelip geçen korkular aslında. Cevap verebiliyorum, dağıtabiliyorum ya korkularımı o bana yeter. Kendimle ilgili mücadele ederim etmesine de o benim elimde olmayan pay beni ürküten, herkesi de ürkütmeli. "L'enfer; c'est les autres." çünkü. Cennetim cehennemim olmasın, benim dengemi bozmayınız başka şey istemez.