26 Eylül 2012 Çarşamba

Kalktı Göç Eyledi...

Dün sabah kahvaltı hazırlarken televizyonu açınca içime bir düğüm oturdu ki... Almaktan çok korktuğum bir haber; Usta Hakk'a yürümüş... En sevdiğim herhangi bir şeyi soran sorulara kilitlenirim, 1 tane en'i seçip söyleyemem. Lâkin en sevdiğim müzisyen sorulunca aklıma ilk hücum eden isimlerden biriydi Neşet Ertaş. Çok istedim İstanbul'da tekrar konser versin, canlı dinleyeyim, alkışlayayım. Olmadı. Döne döne muazzam 2001 Harbiye Açıkhava konseri dinlenecek. "Afedersiniz ayıp olmazsa ceketimi çıkarabilir miyim" dediğinde gözler dolacak. Abdallığın verdiği ve yüksek ihtimalle son örneklerinden olduğu o Anadolu dervişi tavrı, kendine has hümanizmi ve tasavvuf anlayışı, mütevaziliği, kendine has notalara kaydedilemeyen uzun saplı bağlaması, yürek yakan çalma tarzı, haykırdığı bozlaklar kaldı bizde...
Dün gece Haşim Akman'ın "Gönül Dağı'nda bir Garip" söyleşisine gitti elim. "Leyla" geçer ya türkülerinde, Yazımı Kışa Çevirdin de eski eşi Leyla Hanım'a yazdı diye bilinir -ben de öyle biliyordum- kitaptan öğrendim ki Leyla'yı aşık olunan kadın anlamında kullanıyormuş. Leyla Hanım'la evlendiğinde başkasını seviyormuş, ona aşık olmadan evlendiği için de çok pişman olmuş, bu yüzden Hata Benim'i yazmış. "Aşık" diye tanımlıyor kendini: "Ben hep aşıktım" diyor. Düsturu hep Mecnunluk.
Rakı masasında her Ahirim Sensin söyleyişimde ruhu şâd olsun, selam olsun Neşet Ertaş'a. O cenneti de cehennemi de bu dünyada yaşayıp gitmiş Yalan Dünya'dan, biz gönül dağında Garip'siz kaldık, hepimiz bir parça garip'iz bundan gayrı...



21 Eylül 2012 Cuma

Nar'dan Ayna

 Bu yazının konusu başka olacaktı aslında. Bu akşam izlediğim filmin prizmasında kırıldı lâkin. Aklımda dünya gözüyle görebildiğim, o efsanevi sesini duyabildiğim Leonard Cohen, eşzamanlı olarak da hastası olduğumuz Bülent Somay'ın hastası olunası kitabı "Şarkı Okuma Kitabı - Ses ve Sözle Denemeler"indeki Cohen şarkıları denemeleri. Bunlarla ilgili kafamı toplamadan önce ise Ümit Ünal'ın Nar'ını izledim az önce. Çok da beğendim. Bu yukardakilerle alakası ise Somay'ın kitaptaki "Suzanne' in Aynası" denemesinden mütevellit.
 
Öncelikle Suzanne, öncelikle Cohen. Cohen'i sevmek için şarkılarını gerçekten dinlemek, hissetmek gerek. Başka bir işle ilgilenirken arkada fon müziği değildir Cohen. Dinlerken insanı başka yerlere, kendinden içeri kendine götürür, getirir. Sözlerini dinlemek, anlamak gerekir. Aksi taktirde bütün şarkıları birbirine benzeyen mıymıy bir adam olarak değerlendirilmesi işten değildir. Somay'ın dediği gibi; ses ve sözün birliğidir Cohen. Aslında çok iyi bir şair - hatta yazardır. "En Sevilen Oyun" ve bilhassa "Görkemli Kaybedenler" romanlarında fevkalade görülür bu. Her şarkısı aslında şiirdir; şarkı sözü önemlidir. Birkaç kez dinledikten sonra kendini açar, bağımlılık yapar şarkıları. Bu bağ kurulduğunda ise özel (en az bir) şarkınız olur. Şahsım için (pek çok diğer insan için de sanıyorum) bu şarkı Famous Blue Raincoat'tur. 

 Bu yazıyla asıl bağlantılı şarkısı ise Suzanne. İlk "özel" şarkısı denebilir belki. Bülent Somay'ın kitabı da "Suzanne'in Aynası" adlı denemesiyle açılıyor. 

"...there are heroes in the seaweed, there are children in the morning
They are leaning out for love, they will lean that way forever
While Suzanne holds the mirror."  

 Bu dizelerden yola çıkmış Somay. Söz konusu aynayı insanların birbirine tuttuğu ayna; insanların birbirinin aynası olması gerekliliği şeklinde yorumlamış. Burdan sonrası dinleyenin/okuyanın kendine kalmış. O aynayı aşkla karıştırıyor insan bazen. Karşısındakinin yansıttığı aynada gördüğü kendine aşık oluyor. Karşısındakinin yarattığı aynadaki-kendisini. Bazen beklenmediği anda yüzüne tutuluyor ayna. Bir dizeyle, bir şarkıyla, bir şakayla, bir filmle, bir öfke patlamasıyla. 

 Nar'a gelince; insanı düşünmeye sevkeden (ah bir de o didaktik tirad olmasa, o güzel örtüklük bozulmasa) bir film. Bana Ayna'yı düşündürttü. Karakterlerin hepsinin birbirine tuttukları aynaları, tabii bir de filmin bütününün seyirciye tuttuğu ayna. Tutmak gereksiz bir fiil aslında; karakterlerin hepsi birbirinin aynası. Film de tabii kendi suretimiz. Bu ayna işlevini Asuman görüyor en çok. Kimseyi suçlamıyor, görüyor ama ne gördüğüne bir anlam veremiyor. Onun aynasında bütün karakterler kendileriyle karşılaşıyor. Yalanlar har gibi saçılıyor ortalığa. Birbirlerine değil kendilerine söyledikleri yalanlar. Bilip de görmek istemedikleri, unutmak istedikler, örtbas ettikleri yalanlar. Bu bir iyilik-kötülük meselesi gibi verilmiyor ama; ben en çok onu sevdim belki. Kimse için iyi ya da kötü diyemiyoruz. Bunu biraz da iyice göze sokmuş Ümit Ünal finalde Asuman ve Deniz karakterlerinin yerini değiştirerek. Aynı şeyi sen de yapabilirsin. Onlar da seni seyredebilirler. Empati lazım,aynı durumda olduğunda seninle empati kurulmamasının ne demek olduğunu bilmen lazım. Aynayı kimin gösterdiği, kimin ayna olduğundan çok senin bu aynalı mise-en-abîme durumuna nasıl baktığın önemli. Kendin ne kadar ayna olabildiğin. Kendini aynalarda gör diye empati yapmak lazım belki. "Sen"ler "ben" çünkü. 

17 Eylül 2012 Pazartesi

Sonbaharın en Güzide Alameti: Filmekimi

Efendim aylardan Eylül oldu malum, kahvede soğuktan sıcağa dönüş, ince hırka, boyna şal zamanı. Eylül geldi diyorum da Ekim'e devriliyor bile. Filmekimi programını yapmak zamanıdır. Filmekimi sonbaharla kış arası yumuşak geçiştir, sessizliktir, yağmurda filme yetişmeye çalışmaktır. İstanbul Film Festivali bolahenk bir cümbüşse Filmekimi onun daha minimal, daha ağırbaşlısıdır. Kahverengidir, sonbahar mahmurluğudur, benim gibi bir insan için çeşit çeşit bitki çayıdır.
Bu seneki Filmekimi programı bilhassa çok iyi duruyor. Bir sürü iyi yönetmenin aynı anda film çekesi tutmuş. Anın ve festivalin ruhuna uygun şarkılar eşliğinde programımı takdimimdir:



Önce Olmazsa Olmazlar (şu halde yönetmeninden mütevellitler): 

1. Ben ve Sen / Bertolucci
2. Biz ve Ben / Michel Gondry
3. Acı / Kim-Ki Duk
4. Aşk / Haneke
5. Sevmek Gibi / Abbas Kiarostami
6. Meleklerin Payı / Ken Loach







Bunlar da Görülesi:

1. Kayıp Çocukluk - Arjantin diktası. Natalia Oreiro'nun oynaması biraz komik tabii Vahşi Güzel belleğini zehirlemişler için.

2. Havana'da 7 Gün - Bu sefer yönetmenlerden Benicio del Toro oyunculardan Emir Kusturica

3. Hayalimdeki Aşk - Kusursuz eşi yaratma ilginç bir çıkış noktası olsa gerek. Little Miss Sunshine'ın yönetmeninden.

4. Tetikçiler - Bruce Willis, Joseph-Gordon Levitt, Emily Blunt'lı oyuncu kadrosu, zamanda yolculuk, Matrix'vari.

5. No - Pinochet Darbesi'ne ilişkin, cağnım Gael Garcia Bernal de oynayınca...

6. Baştan Al - Hoş, 80ler'e dönüşlü.

7. Başka bir Kadın - Hafıza kaybı üzerinden bir şeylere ilginç bakış-mış gibi. Juliette Binoche ve Mathieu Kassovitz varım dedirtiyor.

Film araları, önceleri sonraları da J'adore'da sıcak çikolatalı sohbetler, Mephisto'nun kafesinde kitap okumalar, Ara Kafe ve Mihrimah Sultan'da yemeklerle geçesi.

Bu sonbahardan kışa uzanırken okumadığım Türk yazarları, bilhassa öykücüleri okuyasım var. Kendime alınacak kitap notları:


  • Tezer Özlü - Yaşamın Ucuna Yolculuk
  • Leylâ Erbil - Gecede veya Cüce
  • Bilge Karasu - Ne Kitapsız Ne Kedisiz
Bu liste daha uzar, sonrası Filmekimi'nden sonraya kalsın. 21 Eylül'de Sahaf Festivali başlıyordu yanlış hatırlamıyorsam, önüme çıkacak güzel sürprizlere açığım. 








24 Temmuz 2012 Salı

İncelikli Hüzün

Sahiden adıyla müsemma, sonbaharda izlenesi bir filmmiş "Sonbahar". Ben bu yaz günü izledim, hala da gözümün önünde Hemşin manzaraları, Karadeniz'in gri pusu, kulağımda Ayşenur Kolivar'ın feryadı Da İm Yusuf Orti. Filmi başka herhangi bir Türk filmine referans vererek veya benzeterek anlatmaya çalışmak büyük haksızlık olur. Bence ortaya çıkan çok özgün bir iş çünkü. Tıpkı film boyunca izlediğimiz Karadeniz manzaraları, az konuşup çok şey söyleyen Karadeniz Kadınları gibi bir film. Çok konuşkan değil; mesaj verme kaygısından, büyük laflar etmekten kaçınmış. Sustuğu kadar da çok şey söylüyor ama; yenilir yutulur şeyler de değil söyledikleri. Yusuf'un sessizliği insanın boğazına yerleşiyor. Çağan Irmak filmleri hüngür şakır ağlamaksa Sonbahar ağlayamamak. Boğazında anlatamadığın, ağlayamadığın bir yumru. Uzun uzadıya anlatmak filmin zarafetine, eylemlerin en büyüğü olan eylemsizliğine ihanet gibi geldiğinden çok fazla yazıp çizmek istemiyorum. Ben konuşmayayım. Çok sevdiğim Ayşenur Kolivar dağlayarak yıkasın içinizi...






23 Temmuz 2012 Pazartesi

Modernizmin Postu Trans

"...Bu bir form; bizim bütün sanat ve kültür alemine yayılmış trans-seksüellik, travestilik formumuz. Fikrin, sanatın içi boş göstergelerinin boydan boya kat ettiği sanat, kendi tarzında trans-seksüeldir."
  
-Jean Baudrillard , Sanat Komplosu'ndan

Bu alıntıyı çağrıştıran şey geçen gün gördüğüm bir video. İçinde yaşadığımız popüler kültür paradigmasının trans niteliğini çok net gösteren. Olay aslında elde edilen gelirle yardım yapılmasıyla olumlu bir niteliğe bürünen "Benzemez Kimse Sana" adlı yarışma programında geçiyor. Uğur Arslan adlı, Müge Anlı ile sabah programı yapan yarışmacının o hafta taklidini yapacağı ünlü Ahmet Kaya. Ahmet Kaya'yı badem gözlü mertebesine yükseltmişliğim, ilahlaştırmışlığım yoktur. İlişkim rakı sofrasında toplu şarkı söylenirken bazı şarkıları söylenince eşlik etmekten ibarettir. Dolayısıyla bu taklidi görmenin bende yarattığı tepki duygusal bir rererö olmadı; ama duruma bakınca bir garabet var. Adam sahneye çıktığında, arkada Ahmet Kaya fotoğrafları döndüğünde seyircide büyük alkış kopuyor. Bu ikiyüzlülük insanların vicdanını temize çekme çabası olsa gerek. Şu ara moda olan 12 Eylül'le, 28 Şubat'la hesaplaşma durumlarının da bir nevi günah çıkarma olması gibi. O dönem "komünizm geliyormuş tehlikeli bu anarşikler" diyenlerin bugün timsah gözyaşları dökmesinin samimiyetsizliği gibi. 10 yıl önce "Ahmet Kaya bölücüdür, Kürtçe diye bir dil yoktur kart kurt'tan gelmiş o" diyenleri aynı insanlar alkışlıyordu. İşin garibi söz konusu olan bir değişim de değil aslında. O alkışlayan adamlar programdan bir saat sonra Facebook'ta şovenist nitelikte milliyetçi paylaşımlarda bulunuyor, şehit haberlerinde ağzı köpürerek bütün Kürtler'in terörist olduğunu iddia ediyor. Yıllar önce ŞT'nin Keşanlı Ali Destanı'nı izlerken böyle bir fikre kapılmıştım. Haldun Taner'in Aziz Nesin'vari mevcut düzeni eleştiren sosyal mesajlarında alkıştan yıkılan salon iki dakika sonra her şey vatan için diye sahneye çıkan askerlerle birlikte de yıkıldı. Lakin bütün bunlar işin siyasi tarafı. Sosyokültürel boyutunu ele aldığımızda da durumun "trans" karakterini görüyoruz. Adamın kendi sansürlenmiş, vatan haini ilan edilmişken taklidine böyle bir prim verilmesi, ölümünü isteyenler tarafından öldükten sonra badem gözlü ilan edilmesi "translık" göstergesi değil de nedir? Baudrillard'ın kastı elbette ki bu değil, ama böyle çarpık bir zihniyetin sonucu / belki de nedeni. 


22 Haziran 2012 Cuma

Derdest

İlk önce bir anda oldu sandım.
Toz kokulu dekorlar arasında kendime yukardan bakışımın feryat-ı figânı;
Apansız olmazsa olmaz bazı şeyler.
Ben mi kendime apansız gelmiştim, birden bire kendimi mi terk etmiştim?
Dışardan mı geliyordu cehennemim, ben mi çağırmıştım onu hiç bilemedim.
Seçilmekle seçmek arasındaki çizgi bir insanı delirtebilirmiş.
Muğlaklık bazen gerçeğin metal sertliğinden kaçmak için sığınılan bir limanmış.
-Dedi yukardan bakan Ben.
Aşağıdaki ben çarpıkça gülümsedi: "Bedenle ruh birbirlerinden ayrı aşık olabilir."
İçerdeki Ben "Yalanlara mantık inanır ama sezgi inanmaz" derken
Ben rüya görmenin yarı-bilincinde,
Kimbilir kaçıncı kez kendimi seyrederken
Bütün nafileliğiyle
"Yapma" dedim kendime
Kendim kendime kör, sağır.
Kendi sesimi hiç bir Ben duymadım.
Üst-kurdum , hiç bir Ben hak iddia etmesin.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

En yakınınızdaki kitabın yarası?

İnternette "en yakınınızdaki kitabın ... sayfasının ... cümlesi" dolaşmaya başlamış yine. Gördüm de elim masamda finallerin biriktirdiği hukuk kitaplarını geçti, 1 haftadır içimi kanatan Murathan Mungan'ın çeşitli yazarların öykülerinden derlediği "Bir Dersim Hikayesi"ne gitti.
 Şu yakın zamanlarda ikisi de yeni çıkan, kanla kurulu bir estetiğe sahip iki kitap okudum, meraklılarından henüz haberdar olmayan varsa demiş de olayım;
ilki yukarda adı geçen resmi tarih yazımına edebî bir karşı duruş. Şu ara pek revaçta 12 Eylül ve 28 Şubat'tan sonra Dersim'le de "yüzleşme"; ama çok şükür bu kitap bunun üzerine eğilip zamanın ruhundan nemalanmaya çalışan sübjektif bir tarih yazımı değil. Onun yerine yaşananları insani -edebi kaliteden hiç ödün vermeden- bir şekilde ele alan, bana samimi gelen bir derleme. Öyküler güzel, amennâ ama uyarmak gerek; okuyunca bitmiyor, her sayfa oyuyor içinizi. Şiddet bazen bağırıyor, boğuyor, göz bebeklerinizi büyütüyor, bazen ise arka planda ince ince kanıyor, boğazınıza okuduktan sonra da geçmeyen bir yumru oturtuyor. Bunu çoğunlukla vahşeti yazarının içselleştirdiği haliyle anlatarak yapıyor. Propaganda yapmıyor, manipülasyon için yazılmış gibi durmuyor. "Kendisi farkında olsun ya da olmasın, bu ülkede herkesin bir Dersim hikayesi vardır." diyor Murathan Mungan. Hepimizin bu ayıbın içinde yaşadığını yüzümüze vurarak. Hatta incelikli bir şekilde okuyanın Dersim hikayesini oluşturuyor belki. Benim hikayem nedir acaba? diye düşünüyorum. Ne zaman oluştu? 2 yıl boyunca sadece Kürt olduğu için hukuka aykırı bir şekilde tutuklu kalan okul arkadaşım için yürürken mi? İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in "Uludere'de ölenler PKK figüranıdır, öldürülmeseler zaten kaçakçılıktan yargılanacaklardı. Özür dilemeye gerek yok" dediğini duyduğumda mı?


20 Mayıs 2012 Pazar

Öteki-leş-tiremediklerimizdenmisiniz?

Onulmaz işler güzelim dilde bu yâre...
Feryat-ı-figân etmek istiyorum Stepan olur mu?
Pekâlâ: birileri 1 Mayıs'ta mağazaların, bankaların camını çerçevesini indirmekten içerde şu an. İnsanları bu yüzden Metris'e koyuyorsak 6-7 Eylül'de İstanbul'un bütün Gayrimüslimler'ini maddi-manevi terörize eden vandalları ne yapmalıyız?
Türbanla kamusal alana giremeyenin özgürlüğü kısıtlanıyorsa Poşu takmaktan 11 yıl hapse mahkum olanın nesi kısıtlanmış olur? 
Eşcinsellere hasta diyorsak Hüseyin Üzmez'e ne demeliyiz misal?

Ve çocukların gözleri korkunç Allah'ım sütten zehirlenirken, cezaevinde tecavüze uğrayıp kaderlerine terk edilirken, defalarca kocaman adamlarca tecavüz edilip psikolojisinin bozulmadığına karar verilirken...


2 Mayıs 2012 Çarşamba

Sesler yürür imiş

"İyi bir gün başlar. Dünyadayız artık. Dünya!
Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere
Tanıklık ediyor işte. Kendine. Gün mavisi bir şey. Tanıklık 
 ediyor

Pek açık değil. Değil de... Size. Tanıklık ediyor bir de
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmıyan bir söz 
Yok canım kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı
 sözler yaşıyor, o kadar"

                                      -Edip Cansever, Nerede Antigone'den



Nefes aldıran güzel proje, yaşasın etiketlere sığmayan müzik, ille de bir şey denecekse deneysel müzik




19 Mart 2012 Pazartesi

Boyanmavaktiyeşilesahiden





Bahar bu sefer sağ gösterip sol vurma olur mu? Temelli kal. Limonata kıvamı hava, çiçek açan ağaçlar. Bu baharı boğazda, Moda'da, Kuzguncuk'ta geçirmek dileğiyle... Baharda mutlu olunur ölü toprağı atılır. Bunlar da bana baharın çağrıştırdıkları, nam-ı diğer mutlu şarkılardan bir kuple.

İlk sırada baharın şarkısı: Karanfil - Yeni Türkü



Van Gogh - Almond Blossom

Nisan'da İstanbul'da erguvan turu yapılır


18 Mart 2012 Pazar

"So told the raven; nevermore"


O renkli çiçeklerine heves ediyordu ormanın ama aslında Kuzgun görünüşünün altında ormanın perisiydi. Yaşam enerjisini ondan alıyordu orman. Belki bu yüzdendi kendi halsizliği. Ormandan uzaklaştığında daha da kararıyordu - ta içinden geliyordu karanlık hem de. Halbuki ormanındayken bütün renkler onun siyah prizmasından geçiyor - bütün renkler o oluyordu. Ona sorsanız kendi rengi olsun isterdi, cafcaflı hem de. Çiçeklerinki gibi yani; kırmızı, mavi, mor ne olursa olsun. Renkli çiçeklerdi güzel olan kendine göre çünkü. Kendisi ise siyaha mahkum edilmişti fikrince; Kuzgunî siyaha. Halbuki çiçeklerin o parlak renkliliği ancak yerdeki örtünün yeknesaklığını sağlıyordu. Artık öncesini hatırlayamıyordu ama o ormanın perisiydi işte, evvel zaman önce bir büyü yapılmıştı ona; ormanı yakmak isteyenler tarafından. Hem de onu çok seven ağaçların yardımıyla. Ağaçlar o orman perisini o kadar çok seviyorlardı ki marazî olmuştu sevgileri; sevdiklerine zarar verir cinsten. Onu korumak için Kuzgun'a dönüştürülmesine izin vermişlerdi. Bilmiyorlardı ki peri ormanın renkleriyle varoluyor, Kuzgun olmaya mahkum edilmek ona bu kadar acı çektirecek... Kuzgun bu büyüyü düzeltecek büyücüyü bekliyordu için için. Ama Kuzgun da kuştur; Simurg familyasından. Beklediği büyücü kendinden başkası değildi, çünkü oydu o ormanın perisi. Periliği unutturulup Kuzgun'a dönüştürülmüştü sadece. Hatırlaması gereken şuydu sadece: Kuzgun renkleri elinden alındığından siyah değildir; bütün renkleri içinde barındırdığından siyahtır.

16 Mart 2012 Cuma

Nisan Gelinlikli Erik Ağaçlarıyla Film Festivali Ayıdır

Lisede ne güzeldi Nisan. Hava limonata gibi bahar havası, ya Kadıköy'de ya Taksim'desindir bütün gün. Filmlere girip çıkar, arkadaşlarına denk gelirsin. Bazen bütün gün yalnızsındır. Film aralarında dolaşırsın tek başına, mağazalara bakar, kitapçı gezersin. Ya da kitabı alıp oturursun bir yerde dinlenirsin. Ders bile çalışırsın. Festivali daha da rahat yaşayacağım sanırdım üniversitede ama Nisan artık bunların yanı sıra oyun gösterimi ve turne ayı oldu benim için. Ve bittabii vizelerin ayı. Bu sene bir de festivalin tam bazı güzel elli adamlarla vuslata denk gelmesi filmlere gitmemi imkansız kılacak sanırım. Ama olsun yakalayabildiğim kadar, atmosferi yeter hem, ben gidemesem de sinema seven herkes gitsin candır festival.
Görmek nasip olur mu bilinmez ama benim gözüme kestirdiklerim bunlar:

Önce 2. dereceli seçimden geçenler = gitmeyi zorlayacaklarım:

Uluslararası Yarışma:

Kabuktaki Çatlaklar: Konusu benim için çok görülesi

Sinemada İnsan Hakları:


*Son yıllarda hızla yayılan insan hakları ihlallerine tepki olarak insan haklarının uluslararası konjonktürde oldukça ön plana çıkması. Festivallerde de kendini gösteriyor haliyle. Keşke hepsini görebilsem, belki de ilerde çalışmak isteyeceğim alan...

Crulic - Öteki Tarafa Yolculuk: Bir animasyon ki hukuksuz tutuklamaları anlatan. 2012 Türkiyesi' nde yaşayan herkesin gözünü çarpmalı.

Uyuyan Ses: Faşizm tarihinde en çok ilgimi cezbeden coğrafya Franco İspanyası'nın kadınlar yönünden ele alınması. Görmem lazım.

Akbank Galaları:

Azrail'i Beklerken: Persepolis'le tatlı tatlı yüreğimizi dağlayan Marjane Satrapi'nin hafif gerçeküstü yeni filmi. Yaşasın Ortadoğu'nun harika kadınları, başta Marjane Satrapi ve Nadine Lebaki. Cağnım kadın söyleşi de yapacakmış hem. Ne güzel olur gitsem.

Trishna: Kaybolan Masumiyet'in çağdaş Hint uyarlaması. Gelenekle aşk arasında kalmak? Keşke bu kadar evrensel bir sorun olmasa.

Yıllara Meydan Okuyanlar:

Aşkın Karanlık Yüzü: İnsanoğlunun aşkı, arzusu, tutkusu vallahi çok karmaşık. Bunu zekice inceleyen filmler her daim ilgimi çekecek.

Öfkeliler: Politize olmuş isyan eden Avrupa üzerine. Uygarlığının altında ezilen Avrupa. Kibrinden gerçeğini göremeyen Avrupa.

Karanlıkta Kalanlar: Klişe konuyu yaratıcı perspektifle ele alan film - gibi görünen

Faust: 19.yy da geçiyor bu seferki ve sağlam alt-metinli duruyor. En çok görmek istediklerimden.

Dünya Festivallerinden:

Unutulan Topraklar: Çernobil'e ilişkin 2. film olabilir !f'te gösterilen Sıradan bir Cumartesi'den sonra.

Gökyüzünde Bir Ayna: Katmandu'ya bakmak içün

Masumiyet: Suç ve cezayla ilişkimiz. Onulmaz işler güzelim dilde bu yâre.

Kopma: Yine çok gitmek istenilenlerden, aşırı klişe bir konuyu farklı ele aldığı tahmin edilenlerden.

Bakan: Siyasi kavramlar, günümüzün bunalımı kavramlar. Lakin o fotoğraftaki çıplak kadınla timsah ne ola ki?

Çingene: Yıldızlı filmlerimden - büyülü gerçekçilik dendi mi şapşal gülümseyerek heyecanlanıyorum. Bebeğim Marquez. Alt kültür, toplumsal kimlik, modern toplum trajedisi.

Kadınlar: Fahişeliğin ahlakîliği ve Juliette Binoche. Bence iyi kombinasyon.

11 Yaşındayım: Mao ve Kültür Devrimi.

Genç Ustalar:

Güzellik: Aşk ve güzellik, iki yüzlü muhafazakarlık.

NTV Belgesel Kuşağı:

Marina Abramoviç Sanatçı Aramızda: İlginçli.

Arirang: Kim Ki Duk'un kendini deşmesi, özeleştirisi, katharsisi. Ben hiç Kim Ki Duk filmi izlemedim ama sevenleri için bulunmaz nimet olabilir, benim gibi bir yönetmenin bu şekilde kendine yönelişini merak edenler için de.

Antidepresan: 

Aşk Perisi: Çok hoş ve ilginç duruyor, yine yıldızlı. 3 sene önce yönetmenin Rumba'sına biletim vardı da yakmıştım. O da çok tatlı duruyordu DVDcilerde görüyorum şimdi.

Aile İçinde:

Çözülme: Yıldızı Fransız banliyölerindeki Müslüman radikal dincileri sosyolojik olarak incelemesinden ötürü.

Canlandırma Sineması:

*Güzel adamın sevdiği türdür bilhassa, ben çok haşır neşir değilimdir ama ne güzel görünüyor bunlar, çok da hoş olur beraber gitsek.

Mutluluğa Boya Beni: Tabloda çizilen hayatın canlanması. Çok sevimli duruyor.

Tepedeki Ev: Anime sevmeyen biri olarak şaşırtıcı şekilde güzel olabileceğini düşündüm. Miyazaki'nin oğlu yapmış.

Gece Masalları: Altı ayrı evrende sinemadakilerin canlanması yaratıcı değil de nedir...

Yunanistan'da Neler Oluyor:

Alpler: Çünkü konusu ilginç ve lisede oynadığımız Alejandro de Casona oyunu Ağaçlar Ayakta Ölür'ünküne benziyor.

Devrimin Filmini Çekmek: 

*Politizeleşiyoruzmuntazaman. Festivaller dahil. Afrika hariç değil. Yine de şahlanıyor aman.

Bir Erkeğin Gölgesinde: Politik filmlerin en başarılı ve kör gözüm parmağına olmayanları kadınlar tarafından çekilenler.

Leyla ile Kurtlar: 84'te çekilmiş fakat bu yıl desen yerim. Yine kadınlar - hem de kollektif bellek ve resmî tarih yazımı üzerine.


Daha bir dolu içimin gittiği ama zaman uyuşmamasından gidemediğim film var ama bu seneki festival de çok güzel duruyor. Türk filmleri ve belgeselleri çok güzel mesela ama sonradan izleyebilme imkanım var diye gitmiyorum. Ayrıca Moulin Rouge, The Wall gibi filmleri (yeniden) sinemada seyredebilmek de çok güzel bir fırsat. Asya filmlerine yeni ısınıyorum fakat festivalde Aya Dövüş Sanatları bölümünde gösterilen filmlerin çoğuna tapıyorum, izlemiş olmama rağmen sinemada bir daha izleyip estetik orgazm yaşamak isterdim ama heyhat...


Bu da bu yazının şarkısı olsun festival ruhlu

10 Mart 2012 Cumartesi

Tarla Kuşuydu Juliet: Yersiz Hayalkırıklığı

Halbüse ne de memnun oldum bilet bulunca, üşenmedim Kağıthane'ye gittim Üsküdar'dan hem de, oyuna yetişeceğim diye de ne stres yaptım... Muradıma erdim fakat ermez olaydım desem yeri. ŞT'nin Tarla Kuşuydu Juliet'inden bahsediyorum. Engin Alkan çocukken 7 Numara'da tanıyıp sevdiğimden beri bir güzel adamdı gözümde. Oyunculuğunu, yönetmenliğini izledim tonton buldum hep. Lâkin hep yönetip hem oynadığı bu oyunda kendisine dair intibama fena küstüm.
İlk gözüme çarpan çok beğendiğim mutfak dekoru oldu - ve arkadaki yıldızlar tabii. Engin Alkan, Sevinç Erbulak, Çağlar Çorumlu ve Murat Bavli; hepsi de ayrı ayrı izleyip beğendiğim oyuncular burada da oyunculuklarını iyi buldum. Bilhassa Shakespeare'i oynayan Çağlar Çorumlu - ki Çağlar Çorumlu olduğunu çok uzun süre anlamadım öyle diyeyim. Oyun postmodern bir bakışla Romeo ve Jüliet ölmeyip evlenseler, çoluğa çocuğa karışsalar ne olurdu sorusunun üzerine gitmiş. Metnin iyi ve zekice yazıldığı görülüyor aslında. Bu kadro da eminim dramaturjiyle adam gibi uğraşmıştır ve titiz bir çalışma gütmüşlerdir oyunun çıkış aşamasında fakat sanırım oyun oynana oynana öyle bir hale gelmiş ki seyirciden reaksiyon alan yerler sivriltilmiş, oradan yürünmüş. Bununla kastettiğim de belden aşağı şaka ve muhabbet bolluğu. Asla ahlakçı teyze gibi bunları sahnede görüp duyunca cıkcıklayan bir insan değilim çok şükür ama bu oyunda o kadar sık, o kadar yersiz ve o kadar paçozca kullanılmıştı ki beni gerçekten rahatsız etti. Cem Yılmaz'a çok gülerim Semaver Kumpanya'nın Titus Andronicus'unda da deliler gibi güldüm kullanılan küfürlere fakat Tarla Kuşuydu Juliet yemedi, yediremedi bana. Sırf cinsellikle ilgili de değil, Shakespeare'e Şeko demek ve daha niceleri gibi gereksiz ve komik olmaktan uzak şakalar tadımızı kaçırdı. Ha tabii güldüğüm yerler oldu, onlar gerçi metin kaynaklıydı sanırım. Metin kendiyle, Shakespare ve eserleriyle dalgasını güzel geçiyor aslında ama oyunlarını bilen insana komik onlar da zaar. Ayrıca bir yerden sonra Engin Alkan stand-up'ına döndü olay, gereksiz uzadığını düşündüğüm çok yer oldu bu muhabbetin de. Ayrıca klişe yabancılaştırma efektlerinden sürekli oyun olduğunu hatırlatma, ŞT'ye laf atma kısımlarının da suyu çıktı bir yerden sonra.
İyi şeylere gelirsek ama oyunculuklar, dekor tasarımı ve kullanımı - Shakespeare'in alakasız yerlerden dumanlar içinde çıkması bilhassa, her oyuncunun birçok farklı enstrüman çalıp şarkı söylemesi güzelli şeylerdi hep.
Bu arada iki arkadaşımla gittiğimiz oyunda biz ara ara öh sapıttı şu an falan derken bütün salon istisnasız her şakaya, küfre ve belden aşağı imalı jeste katıla katıla güldü. Bir yandan inceden sosyolojik çıkarımlar yapmaya öykünüp acaba Kağıthane'de mi böyle oynuyorlar diye de düşünmedik değil. Bir de beni şaşırtan oyunla ilgili yazılan yorumların hepsinde oyunun aşırı bir şekilde övülmesi. Ekşisözlük'te olsun çeşitli gazete ve dergilerde olsun yorum yazan insanlar her şeyine bayılmış. Tiyatroyla ve sanatla ilgili, okuyan eden insanların bu mizah anlayışını alkışlaması ne yalan söyleyeyim beni çok şaşırttı. Bir de Engin Alkan'ın bir dönüşüm geçiriyor olma ihtimalini düşünüyorum kısa zaman önce de cağnım Boris Vian'ın cağnım Generallerin Beş Çayı'nı apaçi müzikli vs bir rejiyle oynattığını duyduğumu da varsayarak. Gönül ister ki yanılayım. İstanbul Efendisi veya Şark Dişçisi'ne de yakın zamanda gidip kendimi yalanlamak arzumdur. Vasat bulduğum bu oyuna yine de daha iyi bir alternatif yoksa gidilmesini önerebilirim.

4 Mart 2012 Pazar

Herkes kadar korkuyorum, daha az veya daha fazla değil. Şu an bana kendimden korkmamayı öğreten adama bir şey olduysa diye korkuyorum mesela. Yazarken bile boğazımda bir yumru beliriveriyor. Ta oralarda yalnız ve hasta oldu , başına bir şey geldi diye kemiriyorum kendimi. En çok onunlayken korkmuyorum. Ama onunla ilgili korkmuyor muyum? Püf hem de. 1 yılı aşkındır sık sık sorgulama refleksimle doğru mu yapıyorum? Onunla mı beraber olmak istiyorum? diye soruyorum kendime. Her seferinde de çok emin yanıtlıyorum kendimi, ya da hayat bana güzel güzel cevap veriyor; tabii ki dedirtiyor. Ortak gelecek düşündükçe o biraz korkuyorum. Ortak gelecek düşünmekten korkuyorum. Düşünmemekten de korkuyorum. Bir hayatı paylaşacak kadar uyuşacak mıyız ilerde diye korkuyorum. O mutsuz olur mu diye, ben mutsuz olur muyum diye korkuyorum. Annemle babama dönüşmekten korkuyorum (ki çok çok iyi bir aile hayatı örneği bendeki, korkum sadece her çocuğunki gibi anne-babanın hatalarını tekrarlama korkusu). Anneme benzeme ihtimalimden korkuyorum. Anneme benzememe ihtimalimden, onun kadar iyi anne olamamaktan çok daha fazla korkuyorum. Karşımdaki adamı babama benzetince korkuyorum bazen ki gene sıkıntılı alanlara dair, yoksa daha iyi bir baba tahayyül edemiyorum. Al işte mesela çocuklarımın babası benim babam kadar iyi baba olamazsa da korkuyorum. Çocuklarım olmasından ölesiye korkuyordum, giderek bir nebze de olsa bu fikre ısınmaya başladım. Çocuklarım olmamasından korkuyorum şimdi biraz. Sevdiğim adam için sevmediğim bir hayat kurmaktan korkuyorum. Tersinden de. Sonra birbirimizi suçlamaktan da. Kariyer olarak istediğimi yapamamaktan korkuyorum, ya da maddi sıkıntı çekmekten. Kendimle ilgili gerçekleştirmeye çalıştığım ideallerim gerçekleşmezse diye korkuyorum. Sandığımdan yetersizsem diye, ya yürüyüp yürüyüp bir arpa boyu yol alamamışsam diye. Çok karamsar mı duyuluyor böyle deyince acaba. Herkes kadar ama. Bunlar küçük, gelip geçen korkular aslında. Cevap verebiliyorum, dağıtabiliyorum ya korkularımı o bana yeter. Kendimle ilgili mücadele ederim etmesine de o benim elimde olmayan pay beni ürküten, herkesi de ürkütmeli. "L'enfer; c'est les autres." çünkü. Cennetim cehennemim olmasın, benim dengemi bozmayınız başka şey istemez.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Soğuktasükut

Hava soğuk saat bu minval üzere madem, evde pencereden kar serpmesini izlemek için:
Favorim "Chai Tea Latte"; cezveye göz kararı 1-2 bardaklık süt, 1 çubuk tarçın, 1 parça karanfil, 1 tutam karabiber, 1 küçük parça taze zencefil (ya da 1 çay kaşığı toz), 1 çay kaşığı bal konup itinayla kaynatılır. Kaynayınca içine 1 tatlı kaşığı kadar çay konulur, rengi hafif dönene kadar beklenir. Süzülüp afiyetle içilir.
Huzur-sükut için ona göre müzik şart:















26 Şubat 2012 Pazar

Taksim'de Kan Donduran bir Vaveyla: Sözde "Hocalı Katliamı Yürüyüşü"



Öğlen 2 idi Taksim Meydanı'na gelip bütün İstiklal Caddesi'ne dolmuş taşan güruhu gördüğümde. Bu kadar kalabalığı hiç beklemiyordum. Öfkeyle doldum faşizan pankartları görüp sloganları duyunca. Bu yürüyüşün umrunda falan değildi çünkü Hocalı. Hocalı sadece bir kisveydi; 19 Ocak'ta Hrant Dink'in anılmasına, katillerinin korunmasının protesto edilmesine bir misilleme. Hrant Dink Ermeni'ydi zaten, bunların hepsi de Türk düşmanı en büyük Türkler öyle mi? Hocalı'da Ermeniler'in öldürdüğü insanlar Hrant Dink'in katlini de meşru kılar yani? Eyleme geçmiş cehaletle yüzleştim, utandım. Bu çağda hala bu kadar içi boşaltılmış ve fanatik vaziyette milliyetçilik yapan insanların kalabalıklığıyla yüzleştim, utandım. Ben ise o saatte Taksim'e 1 haftadır tanışmama rağmen çok derin bir diyalog yakaladığım bir "Fransız Ermeni"sini dedesinin hatırasıyla buluşturma amacıyla Ermeni yemekleri yapan (Türk, Osmanlı ve Rum yemeklerini de leziz yapıyorlarmış, şaşırdın değil mi pankartlı?) bir yere götürme amacıyla gelmiştim. Kapalı çıktı restoran ama biz bu "Ermeni" ile yine de çok güzel bir gün geçirdik. Ki inanmazsınız kendisi hem Türkiye'nin hem de Ermenistan'ın bu konudaki tavrına muhalif. Yine şaşırırsın Fransa'da çıkan yasanın konusu açılınca çok sinirleniyor, basıyor küfrü. Neyse efendim yemekten sonra dönüyoruz taksime, güruh oldukça azalmış ama hala orda. Sabah İstiklal Marşı çalarak hamaset yapmaya çalışanlar bu sefer Tekbir getiriyorlar. "Ermeni"nin yanında utanıyorum böyle bir şeyi görmek zorunda kaldığı için. "Hepimiz Ermeni'yiz Hepimiz Piçiz" pankartını görüyorum, utanıyorum. "Şimdi nerede Hrant Dinkler" pankartını görüyorum, utanıyorum. "Hepimiz Türküz" pankartını da hakeza. Elini kurt işareti yapmış slogan atan bir güruhun içinden geçmek zorunda kalıyoruz OOOOOOOOOO TÜRKİYE sesleri eşliğinde. Ülkemin cehaletinden utanıyorum. Fransızca konuşuyor olmamızdan tedirgin oluyorum, tedirginliğimden utanıyorum. Sonra boydan boya bir daha yürüyorum caddeyi. Artık bitmiş gibiler. Oh diyorum. Art arda iki Kürt filminin gösterileceği sinemaya gidiyorum. Bu hafta tanıştığıma memnun olduğum bir "Kürt"ü görüyor, onunla konuşuyorum. Dışardakiler ve onlar gibiler yüzünden doğduğu topraklarda yaşayamamasından utanıyorum. İlk filmi izliyor, yalnızlaştırılan, lanetlenen, ötekileştirilen bütün halklar adına çoğunluğun mezaliminden utanıyorum. İkincisinde de öyle. Üç tane "Kürt"le tanışıyor, kendilerini kendilerini tanıştıran arkadaşlarının "Kürt onlar da" diye tanıştırmasına karşılık şakayla karışık bir şekilde böyle uluorta bunun söylenmesinden tedirgin olmalarından utanıyorum. Bu sebepsiz utanca neden olan her şeyden. Bugünümü birkaç tane çok güzel insanla geçirdim, farklı etnik kökenlere ve dinlere mensup olmamıza rağmen "Hepimiz Piçiz" pankartı taşıyan adamdan binlerce kat yakın ve kıymetlidir bana hepsi. Kayıtlara göre "Müslüman, Sünni, Türk" bir zat olarak bugün gördüğüm şovenizmden utanıyorum. Hocalı katliamını yapanların insanlığından, Hrant Dink davasında üç maymunu oynayanlardan, ifade özgürlüğüne büyük darbe indiren Fransız hükümetinden, dağdaki savaştan, her türlü ötekileştirmeden utandığım gibi. Bugün sohbet etme fırsatı yakaladığım güzel bir insanın dediği üzere: "İnsanlar ne zaman farklılıkların tehlike değil zenginlik olduğunu anlayacak?"


25 Şubat 2012 Cumartesi

Titus Andronicus ya da Kasaplığın Estetiği

Hala oyunun etkisindeyken not almak istedim. Bu notları okuyan varsa şayet okumadan önce üşenmesin, 20 lira öğrenci bileti verip Taksim'den çiçekçilerin oradan kalkıp 15 dakikada Kocamustafapaşa'da olan dolmuşlara binip kendi izlesin. Çok iyi yorumlar duymuştum ama bu kadarını hiç beklemiyordum ne yalan söyleyeyim.
Neden Semaver Kumpanya'nın Titus Andronicus'u izlenmezse eksik kalınacak bir oyun?
1. Dekor ve kostüm tasarımında nasıl yaratıcı olunabileceğinin çok iyi bir örneği olduğu için.
2. Müzik ve koreografi kullanımı da hakeza
3. Shakespeare'den inanılmaz bir yaratıcı zekayla ve kıvrak bir dille uyarlandığı için
4. Oyunculuk kalitesini görmek için. İstisnasız. Hele hele ŞT ve DT'nin bazı memur kafalı "çalışan"larının yapay ve kendini gıdım geliştirmeyen stereotip oyunculuklarına alışmış bünyelere ilaç niyetine.
5. Beni belki en çok etkileyen: Paçozlaşmadan yerelleştirme yaptığı için. Oyunlarının yerelleştirilmesine karşıyımdır ben çünkü bu genellikle çok açıktan yapılır, sakil durur oyunda ve oyunu avamlaştırır. 40 yapar şakası yapmak, direkt olarak gündemle ilgili kör gözüm parmağına örnek vermek gibi. Titus ise içinde "Çorumlular bile yapmaz sizin yaptığınızı", "mumbar dolması", "vatan millet sakarya", gençliğe hitabe alıntıları ve tabii bol keseden savrulan Adanalı ayarındaki küfürler barındırmasına rağmen hiç yadırganmıyor, tam tersine o kadar ustalıkla yapılmış ki bunlar oyunu çok daha yukarı taşıyor. Yerelleştirmenin nasıl yapılabileceğini görmek için bile izlenir oyun.
6. Hem çok gülmek, hem tokat yemişe dönmek, hem de rahatsız olmak, gerilmek ve bunların nasıl başarıldığını kesebilmek için.
7. Her bir karesi fotoğraf gibi olan oyunda kan ve vahşetle yaratılan estetiği görmek için.
8. Zamansızlık, anakronik öğeler, yabancılaştırma, tarihselleştirme gibi teatral kavramların yaratıcı örneklerini görmek için.
9. Selam sırasında oyuncuların yüzlerindeki zevk-mutluluk karışımı ifadeyi, gözlerinin parlamasını görmek için.

Çok şey var söylenecek oyuna dair ne kadarını yazsam eksik kalır. Fakat küfür ve şiddet kullanımı konusuna özellikle değinmek istiyorum; Dot'un Süpernova'sını izleyeli çok olmadı. In-yer-face 'in bir gereği olarak oyunda bol bol kullanılan küfürler kulağımı ne kadar tırmaladıysa Titus'ta da bir o kadar yadırgamadı. Dot'ta bu denli rahatsız edici olmasının sebebi ise seyirciyi rahatsız etmek falan değil düpedüz küfür etmenin becerilememesiydi. Belki reji tercihi olarak böyleydi fakat bütün oyun dublaj gibi konuşan oyuncuların küfür etmesi küfür etmeyi havalı bulan taze ergenlerin zorlama, ağızlarında iğreti duran küfür kullanımları gibiydi. Titus'ta ise Türkçe'nin bu alandaki zenginliği çok zekice ve yedirilerek kullanılmıştı; ve açıkçası Titus benim suratıma Süpernova'dan katbekat daha sert koydu. In-yer-face'in Türkiye'de alımlanmasıyla ilgili şüpheler içindeyim zaten, o da başka bir yazının konusu olsun.

Söylemeden geçilmesin:
10. Oyunda izlenilen ve bize çok uzak gelen "barbarca" şiddeti görüp yadırgadıktan sonra içinde yaşadığımız ve sürekli yeniden ürettiğimiz siyasi şiddetle ve bu şiddetteki sorumluluğumuzla yüzleşmek için
11. Semaver Kumpanya'nın iş, görev ya da kâr amacı güden memurlardan değil sadece tiyatro yapmayı sevdikleri için orada olan ve bir şeyler üreten - yaratcılıklarını zorlayan ve kendilerini geliştirmeye çalışan ekibini tanımak, iyi ki varlar demek için.
12. Kumpanya'nın Titus'tan önceki oyunlarından sadece Cesaret Ana ve Çocukları'nı, onu da Çevre Tiyatrosunda değil, izlemiş olan bendeniz gibi daha önce çeşitli meşgaleler ve üşenmeler hasebiyle oyunlarını izlemediyseniz önceki oyunları takip edip izlemeyen kafama sıçayım demek için!

24 Şubat 2012 Cuma

Nana: "Bir çocuk üzerine değil bir çocukla birlikte" yapılmış film

Kır yaşamından kesitler sunan minimal ve durağan bir film bir izleyiciyi ne kadar sarsabilir? Nana beni çok sarstı. Belki de yönetmeniyle çokça sohbet edip film üzerine çok konuşunca ortaya çıktı bu tokat etkisi. Filmin açılış sahnesinde elektrikli tabanca gibi bir aletle bir domuzun öldürülmesini görüyoruz. Çocukların önünde. Domuz haykırıyor, vücudundaki her kasın krizle titremesini, kasılmasını görüyoruz. Çok irrite edici ve uzun bir sahne, daha sonra da karnı deşilip kanı akıtılıyor... Tahminen salondaki herkes gibi ben de çok rahatsız oluyorum. Vejetaryen olmadığım için lanet ediyorum kendime. Filmin başka bir sahnesinde Nana oyuncaklarıyla oynuyor ki bu oyuncaklar ölmüş hayvanların postları. Bir kez daha nasıl bir aile buna izin verir diyoruz içimizden. Boynundan bir telle boğulmuş bir tavşanı görüp alıp eve götürüp sonra da yakması da 4 yaşlarında bir kızın "vahşetiyle" karşılaştırıyor bizi. Nana annesi öldüğünde de hiç yadırgamıyor durumu.

 Filmden sonraki söyleşide biri çoğu insanın aklından    geçeni soruyor yönetmene: "Hayvan suistimali  konusunda ne düşünüyorsunuz? Filmde bununla ilgili çok sahne var, hatta Nana yavru domuzları rostolar diye seviyor. Filmdeki şiddet aslında anneyi öldüren sanırım?" Yönetmen imalı imalı gülümsüyor. İşte bu noktadan sonra film benim için bambaşka bir noktaya taşınıyor. Cevap doğrultusunda düşünüyorum. Vejetaryen olmayan -benim gibi- insanların yediği et hayvanların bu şekilde öldürülmesi kaynaklı. Bunu yok saymaya çalışıyoruz ama bunun bilincini kaybetmemek gerek. Üstelik konuşmakta olan kadın "kendi evime çok yakın burası, biz böyle yaparız, bu domuzu da gerçekten pişirip yedik. Artık böyle iyi et yenmiyor" diyor.

Böylece uygarlık tarihine bambaşka bir açıdan baktırıyor film. İnsan doğayla ilişkideyken, ölüm bilgisine sahipken, öldürürken şimdi olduğundan daha mı vahşiydi? "Modern" insan şok oluyor bu görüntüleri görünce fakat modernleşmenin getirdiği ikiyüzlülük, yalan, yapaylık gibi yozlaşmalar daha mı yeğdir doğada normal olan kavramların kabulünden? Uygarlık gelişme midir kamuflaj mı? O domuzun öldürülmesini ... Ülkesinde ... kişi öldü haberlerine verdiğimizden çok daha büyük bir tepkiyle karşılamak bizi nasıl konumlandırıyor? Bir hayvanı o şekilde öldürüp yemek midir vahşet yoksa Kentucky Fried Chickenlar'ın, Mc Donaldslar'ın, Burger King'lerin, Starbuckslar'ın bütün dünyayı fethedip tektipleştirmesi, insanlara tamamen doğala aykırı şekilde yetiştirilmiş, yapay tatlı ürünleri yedirmesi mi? Küçük kızın annesinin ölümüne tepkisiz kalmasını yadırgıyoruz ama her gün bugün şu kadar kişi öldü başlıklarına ya da açlıktan, savaştan ölen, işkence gören insanların haberleri bizde hiç bir his uyandırmıyor. Bu ikiyüzlülük değil midir? Ya da sözkonusu terörse... kitle kültürüyle savaşsız terör yaratan kapitalizm, "geri" ülkelere "demokrasi" götüren Amerika özgürlükleri için savaşanlardan daha mı az terörist? İçimizdeki hayvan mı daha masum yoksa kendimize atfettiğimiz değerlerle oluşturmaya çalıştığımız sosyal kimliğimiz mi? O hayvana kulak vermek mi onu bastırmaya çalışıp yok saymak mı bizi daha insan yapar? 

Başlığın işlevine gelince, filmde beni çok etkileyen bir diğer şey çocuk oyuncu kullanma handikapının aşılma biçimiydi. Sonradan yönetmeninin de açıkladığı gibi, Massadian sadece hikayenin ana hatlarını söylemiş adını maalesef unuttuğum küçük kıza. Aralarında derin bir bağlılık oluşmuş. Yetişkin gözünden bakmamış çocuğa, inisiyatifi küçük kıza bırakıp onu gözlemlemiş, onunla birlikte üretmiş. Küçük kızın film boyunca süren doğallığından anlaşılıyor zaten. Massadian çoğu yönetmenin yaptığı gibi yapmacık replikler ya da bir çocuğun ağzında iğreti duran büyük cümleler sarfetmemiş. Filmin başında başlıkta alıntıladığım cümleyi söyledi. Çok doğru tanımlamış filmini ve bakışını. Aldığı Locarno ilk film ödülünü de bir seyirci olarak çok içime sindirdim. Bizzat şahsiyeti çok etkiledi beni o ayrı.


21 Şubat 2012 Salı

Olası Şubat'tan kalan ve Mart Ajandası

Organize olsa çok tehlikeli olur mu insan sahi? Ben organize olsam kendimden daha memnun olacağım kesin. Yazayım da a buna gideyim dediklerimi kaçırmayayım dedim. Birileri de nasiplenirse ne mutlu.

Temaşaya Dair:


  • En önce Semaver Kumpanya'nın Titus Andronicus'u. Bugün mabadımı kaldırdım da bilet rezervasyonu yaptım çok şükür. Haydi bakalım.
  • Ekip Tiyatrosu'nun Largo Desalato'su. Vaclav Havel can olduğundan. Bugün ve 28 Şubat Salı varmış şimdilik.
  • Seyyar Sahne'den Tehlikeli Oyunlar. Oğuz Atay'ın romanından uyarlanan tek kişilik oyunun methini çok duydum, en yakın zamanda görmek istiyorum! 24 ve 25 Şubat'ta varmış. 9-16-23-30 Mart'ta 20.00'de İTÜ Maçka Kampüsü. Artık gitmek lazım.
  • İkinci Kat'ta Bulanık. Cengiz Bozkurt'u sahnede izleme olanağı bile yeterli. 27 Şubat'ta. 12 Mart'ta var bir de-ki ona bilet aldım hevesle bekliyorum.
  • DOT'ta Öksüzler. Süpernova'yı görüp az buçuk hayal kırıklığına uğradım ama DOT'un başka işlerini de izlemek istiyorum. Mart ayı boyunca gidilebilir.
  • Ben Bertolt Brecht / Dostlar Tiyatrosu. Genco Erkal'ı bir kez daha izlemek, hem de Türkiye'de tek temsilcisi olduğu Belgesel Tiyatrosu Brecht'e yönelmişken. Martta olsa gerek.
  • Ağaç İrfan / Oynayan İnsan Tiyatrosu Kenter Tiyatrosu'nda. Sabahattin Ali'nin ölümüne ilişkin, biçimsel olarak da farklı duruyor gölge tiyatrosu vs. kullanımıyla. 10 Mart akşamı varmış mesela mis. Öğrenci bileti 23.5 liretmiş.
  • Sinekler Sevişirken: Uzun zamandır kesiyorum. Mine Söğüt'ün Deli Kadın Hikayeleri'nden Merve Engin oynamış. Kumbaracı50'de var 8 Mart'ta misal (manidarlı)
  • Vagina Monologues: Kadına şiddete karşı uluslararası bir kasttan. 15 lirete bilet hem. Mekan Artı'da 30-31 Mart ve 1 Nisan
  • Şehir Tiyatrolarından:
Şark Dişçisi. Engin Alkan' severim oldum olası, güzel rejilemiş diyollar. Hazır Muhsin Ertuğrul'a da gelmiş. 29 Şubat akşamı temiz mesela.

Ateşli Sabır Haldun Taner'de imiş. Arkadaşlarımdan izlemiştim, güzel oyundur. ŞT nasıl sahnelemiş merak ettim.  Filmi bilinir daha ziyade: İl Postino. Metin Zakoğlu da İl Postino diye oynuyormuş bu ay çok popüler zaar. 11 Mart'a kadar Kadıköy'de izlenir.

Tarla Kuşuydu Juliet: Uzun zamandır beklendi, denk gelinmedi. Üşenmezsem Kağıthane Sadabad'da 11 Mart'a kadar.  
                                 
Günlük Müstehcen Sırlar: İlginç konusu ve çoklu poleğiminin getirdiği kaçınılmaz merak. 11-18 Mart arası Haldun Taner.

 


  • Devlet Tiyatrolarından: 
Benerci Kendini Niçin Öldürdü. Ben 10. sınıftayken oynuyordu en son bilet bulamamıştım pek sevindim şimdi görünce! Nazım Hikmet'ten, Celal Kadri Kınoğlu oynuyor. 3-4 Mart Tekel Sahnesi.

Aşkın Sıradanlığı; Heidegger - Hannah Arendt ilişkisi. 31 Mart'ta Üsküdar Tekel Sahnesi, daha akla yakın olarak da 27-31 Mart arası Cevahir'de.

Sezuan'ın İyi İnsanı (nasıl oynadılar acep?) 20-25 Mart arası Cevahir'de varmış

Yanık'ı da biraz merak etmiyorum değil. Yine Cevahir'de 6-11 ve 27-31 Mart arası

Birdy'i daha ziyade merak ediyorum. 13-18 Mart arası Tekel Sahnesi.

Antigone oynamışlar asıl onu nasıl yapmışlar acaba. Mart'ta çoklukla Tekel Sahnesi'nde.

At ve Kontrabas da izlemek isteyip de izleyemediğim oyunlar olmuşlardır hep. Mart boyu Cevahir'de izleyeydim iyiydi.

(DT ve ŞT'de sadece Mart'ın ilk haftasının oyunları belli. Çoğu tiyatroda gerçi)

Ne Dinlesem ki?

2 Mart'ta Karga'da Melis Danişmend. Net.

Bu Cuma Cemal Reşit Rey'de Jan Garbarek Group varmış yahu hem de hala 23 liralık bilet var!

Yine aynı akşam TİM'de 40 kişilik orkestrayla incesaz

Bu Cuma Haymatlos'ta Gevende varmış. Asıl 9 Mart'ta Hayal Kahvesi'nde o iyi gider.

İlhan Erşahin Istanbul Sessions Band lansmanı 1 Martt'ta Babylonda. Ben gidemem herhalde de müsait olan buyursun.

Alp Ersönmez Feat İmer Demirer 21 Mart'ta Ghetto'da. Gidilir ki buna.

Şirin Soysal da sevimli insan. 31 Mart'da Borusan Müzik Evi'nde imiş.

2 Mart'ta Bülent Ortaçgil - Haymatlos. Ben seçimimi Melis Danişmend'den yana kullanacağım gerçi.

10 Mart Ayşenur Kolivar - ki pek sevdiğim Mızıkçı Melodiler'in de sesidir kendisi- Cemal Reşit Rey'de.

amaa 10 Mart'ta Erkan Oğur & İsmail Hakkı Demircioğlu da Kadıköy Halk Eğitim'deymiş. Tercihim bariz.

ay yoruldum çok şey yazdım didik didik bakıp. Olsun elimin altında bulunsun da unutmayayım. Ama Şubat bitişinin etkinliği !f orası öyle. Mart'ta bir şeyler görüp gitmek istedikçe de buradan güncellerim. Trik-trak trik-trak organizeleşmek istiyorum



20 Şubat 2012 Pazartesi

"Tutuklu Hukuk, Hukuksuz Tutuk"

1984'vari bir distopya senaryosu: bir ülkenin despotik yönetimi insanları etnik kökeninden ya da kendisine uymayan düşüncelerinden dolayı süresiz tutuklar. Hukuk yoktur keyfîlik vardır artık. İçinde yaşadığımız bu distopyanın kurbanlarından sadece biri Cihan Kırmızıgül. Bir terör eylemine yakın bir mevkide boynunda poşuyla durmasıydı tek suçu. Poşuyu Kürtler takar çünkü. Her Kürt de teröristtir. O poşu da elbette bir üniversite öğrencisini 2 yıl içerde tutacak bir yeter-sebeptir. Giderek Menderes devrinin korku imparatorluğuna dönüşen bugünlerde, Cihan ve haksız yere tutuklanmış diğer öğrenci, akademisyen ve yazarlar için avaz avaz-landık bugün. Birilerinin duyması, bir yararı olması umuduyla. Ne de olsa: Ne gelir elimizden insan olmaktan başka...




19 Şubat 2012 Pazar

Müslüman mahallesinde afiyetle yenen salyangoz: !f İstanbul

!f'e ilk kez 9. sınıftayken gittim galiba. Şimdi çok entel olacağım diye zorlamalıktan zorlamalık beğenen filmler seçen arkadaşıma "bu nedir la allah belanı versin" dediğimi hatırlıyorum. Lâkin pek de güzel filmler geldi geçti. Bilhassa her senenin olmazsa olmazı sevimli, hem komik hem dramatik İskandinav bağımsızları. !f rehberliğinde de 2. senemi yaşar iken bu seneye de şöyle bir bakış ve gidilesi filmler:

http://www.ifistanbul.com/tr/

Ben liste yaparken mutlaka gitmem gerek dediklerime büyük yıldız, pek beğendiklerime küçük yıldız koyup e buna da gideyim dediklerimin de adını yazıyorum. Çıkarttığım listeye göre:

Büyük Yıldızlılar:

1. Mahşerin Dört Atlısı - daha önceki festivallerden birinde gösterilen Inside Job'un devamı olarak modern zamanlarda açık piyasa kapitalizmini, siyasi olarak yaratılan ekonomik yanılsamaları anlattığı, Noam Chomsky gibi zatı-ı muhteremlerin röportajları eşliğinde çözüm önerileri aradığı için. Benim gibi ekonomiye kafası basmayanlar, ilgisi de olmayanlar izleyip bir şeyler kapabilir diye.
(geçen gün gitme fırsatı buldum, yıldızımı helal eder bu film hakkında ayrıca yazarım belki)

2. Direniş Öyküleri - Dünyada sivil itaatsizlik örnekleri, yaratıcı eylemler anlattığı, bazı şeylere sesimizi çıkarmak isteyip nasıl edeceğimizi bilemeyen bazılarımız için ufuk açacağı umudu taşıdığım için.

3. Kör Gözüm Parmağına - İsrail - Filistin meselesine farklı bir pencereden, Samson'un hikayesiyle bu meseleyi paralel götürerek baktığı, taraf tutmak yerine olayın başka açılarını, ikiyüzlülükleri konu aldığı için.

(büyük yıldızlarım da hep politik filmlere gitmiş mesleki deformasyona giriş 101)

Küçük Yıldızlılar:

1. Sihirli Yolculuk - Güzide filmin (nam-ı diğer Guguk Kuşu) güzide kitabının yazarı Ken Kesey yönetmenlerden biri olduğu ve 64'te asit tribindeki hippielerin elinden çıkması eğlencelik olabileceği için

2. Kuralsız Hayat - Ekonomik krizin ve kâr endeksli açgözlülüğün insanların yaşamına nasıl dokunduğuna baktığı ve uzakdoğu filmlerinin arada çok güzel çıkması ihtimalini sevdiğim için.

3. Sığınak - Sevmediğim ve klişe bulduğum doğaüstü olaylarla ilgili gerilim filmlerini psikolojik gerilimle bağdaştırıp öyle yedirmeyi vadettiği ve oyunculuk ve sinematografideki iddiası için.

4. Bu Dans Senin - Yasak aşk ve durduk yere ortaya çıkan, bir hatanın sonucu olmayan sebepsiz arzu. Kadın bakışından. Komikli hem. Ha bir de Michelle Williams.

5. KanZeOn yazmıştım listeme japon geleneksel sanatlarıyla ilgili, az buçuk ilgim fakat hiç bilgim yok diye. Ama bokum gibiydi. Yarım saat olaydı çok iyiymiş estetik görüntü güzel sesler ama bazı bölümleri çok gereksizdi. Üstelik de o filme o süre, tekrarlanan şeyler ÇOK. Özetle hayatımda ilk defa beni sinema salonunda uyutmuş filmdir.

6. Kıyıda -  Küresel ekonominin küçük insan olmaya zorladıklarının Faslı hikayesi diye.

7. Finisterrae - Çünkü çok absürd ve eğlenceli duruyor. Deneysel film riskine gireyim dedim. Gitmeyi planladığım gösterimde işim vardı ve çok uykuluydum ama yakalamak istiyorum.

8. Evcilik - Türkiye'de pedofilinin meşrulaştırılması: çocuk gelinler üzerine. Derinlemesine bir araştırma gibi duruyor. Kadın bakışından ki o kadın Bingöl Elmas.

9. Koşul - Çok gitmek istedim ama müsait olduğum seans yok sanırım. İran'da lezbiyen olmak. Hayreti mucib bir şey canım.

10. Bir Gecelik - Bugün gitmeye üşenip yerine Beşiktaş'ta bir başıma aylak aylak dolandığım, çok şey kaybetmediğimi umduğum filmdir. Günümüzde sevgililiğin bir üst level'ı (bağlanma yok sorumluluk yok kavga yok özveri yok) addedilen one night stand'le başlayan bir ilişki üzerine hem acımasız hem sert diyor. Gitse miydim guz?!

11. Merhametin Yedi Biçimi - Her anlamda çöküş; ama insanlar birbirinin hayatına dokundukça umut var demek. İzlenesi gibisin.

12. 17 Kız - Her türlü sosyal baskı unsuruna feministçe bir karşı koyuş olarak hamile kalmaya karar veren 17 kız. Farklı ve eğlenceli (mi acaba)

Başka da bir sürü film yazmışım ama ben yazarken sıkıldım okuyan daha da sıkılmasın diye susuyorum. Bittabii sinema otoritesi falan olduğum yok. Ama herkeşlere tavsiyem !f filmlerine bakın, kendi listenizi yapın, festival zamanının tadını çıkarın; yani tek başına sinemada ve Taksim'de vakit geçirmenin. Film aralarında kalan son indirimlere, Terkos Pasajı'na bakın. Kışın koyulara bürünmemek için renkli renkli hırkalar, pantolonlar, kazaklar alın. En çok da bereler, atkılar, şallar. Pandora, Robinson Crusoe gibi güzel kitapçıları gezin kitap bakın. Kitabınızı ya da laptopunuzu mu neyse artık alın Zencefil'e veya Tavanarası'na gidin. Hem sağlıklı hem güzel yemeklerle kendinize kıyak geçin, huzur depolayın. Yorgunluk hallerinde kafein ihtiyacınızı da tedarik edin tabii. "Siz" diliyle konuşuşum kendime akıl vermedir aslında. !f döneminde Beyoğlu'nda kendimle Beyoğlu'nu yaşayışımdır. O değil de bir dahakine sıcak şarap içeyim.



16 Şubat 2012 Perşembe

bil Acem Kızı...

Sınıflandırmaya çok meraklıydım eskiden kendimi de başkalarını da. Çizgiler, yargılar, kalıplar... püf, gırla. Ergenliği aşmaktan mı yoksa kendimi sınıflandıramamaktan mı artık, bazen yargıladıklarıma dönüştüğümü fark etmekten mi bilinmez. İş müzik zevkine gelince çocukken popülist, sonra sonra I love rock'n roll, lisenin ilk yılları çok pis metalciyiz derken şimdi ne dinliyorsun sorusunu duyunca ebler oldum. Şunu dinliyorum diye noktasal bir cevap olmadığından herhalde. Gerçi artık çok fazla şeye öyle noktasal cevap yok ya neyse. Türkü daha bir sever oldum ama bildiğim; bir adam var ki en kendi kültürünü aşağılayan ergen tribindeyken bile içimi titretmiş gözümü doldurmuştur. Sesi iç sızısı, sazı onun gibi çalan ben hiç duymadım. Bir de röportajlarındaki, konserlerindeki tontonluk tabii. Gerçi sözü, güftesi, bu da mı onunmuş yahu dedirtişi...
*Gönül Yarası'nda Karlı Dağlar
Neşet Ertaş'tan bahsediyorum. Türk olup da kendisini bilmemiş, dinlememiş olmak eksik olmaktır. "Türk" kat'a milliyetçi anlamda değil, sahip olduğu kültür zenginliğinin farkında olup seçici bir bilince sahip olmak anlamındadır.

Ozan geleneğinin son temsilcilerinden, kişiliğinin naifliği türkülerinin sahiciliğine yansımış adam... Sevdiği adamdan Erasmus illetinden ötürü ayrı düşmekte olan bir zat olarak Zülüf Dökülmüş Yüze, Yazımı Kışa Çevirdin, Neredesin Sen, Karlı Dağlar Geçit Vermez Olunca; Ceyl'an Ertem'in farklı yorumuyla ayrı güzel Gönül Dağı; rakılı dost meclislerince şahsıma söyletilen Ahirim Sensin, ve illa ki , büyük saçmalık ama, ortaokulda Kurtlar Vadisi'nde duyup aşık olduğum, inceden hep bana söylensin diye beklediğim, sonra ne mutlu ki söylenen Acem kızı.
Çok şey söyleyebilirim Neşet Ertaş hakkında ama meraklısı için en iyisi D&R'ın şu sıra 4 lira kampanyasına soktuğu  Haşim Akman'ın "Gönül Dağında bir Garip - Neşet Ertaş Kitabı"nı edinmek. İnsanlığını ve sanatını takdir etmek için. Böyle de reklam gibi oldu ama. Ben bu promosyonda D&R'ı çokça sömürdüm, bu kitaptan da bir kendime bir de Belçika'da geceleri bağlamasıyla Neşet Ertaş çalan adama aldım. Okumamaysa daha çok var korkarım ki. Kitap falan hikaye ama, dinlemek lazım boğazda o yumruyu hissetmek için. "Elde bir şey galmayınca, gayrı ağlanır..."

11 Şubat 2012 Cumartesi

Oryantalist Damarları Kabartan Adam: Tony Leung

Biz onu Tony Leung diye tanıyoruz lâkin sinema piyasasındaki Tony Leung bolluğundan ötürü "Tony Leung Chiu Wai" gerçek adı. Asya kültürüyle pek içli dışlı olduğumu iddia edemeyeceğim, hatta yakın zamana kadar film festivallerinde Uzakdoğu ibaresi görmek benim için direkt pas geçmek demek oluyordu. Sahi nerede kırıldı bu önyargım acaba? In The Mood for Love'ı izleyişimle olabilir. Netekim hem Wong Kar Wai'ye hem Tony Leung'a aşık olmamın miladıdır kendisi. Yok ondan önce Hero var. Uzakdoğu sinemasının ve felsefesinin estetiğine, minimalistliğine tezat görkemine hayran kalmamak elde değildi. Gel gör ki oradaki Kırık Kılıç'ın da işbu yazının müsebbibi Tony Leung olduğunu yeni öğrendim. Bu iki film de orta halli bir sinema izleyicisi olan bendenizin sinemasal hayatında önemli mihenk taşları olmuştur, en sevdiğim filmler arasına mutlaka girerler.



In the Mood for Love'ın kırılgan estetiğini ben anlatamam fakat belki en az film kadar etkileyici olan soundtrack'i "Yumeji's Theme" anlatır.





Gece gece Tony Leung'a beni sardıran nedir peki? Efendi aşık rollerinde gözlerinin pusunu sevdiğim adamı bu sefer bambaşka bir rolde fakat yine harika bir filmde izlemiş olmak: Ang Lee'nin Eileen Chang'ın kısa öyküsünden uyarladığı Lust, Caution'unda izlemiş olmak. O melankolik ve mağrur haline alıştığımız adam demir gibi iradesiyle vahşi tarafını denetim altında tutan Mr. Yee'yi canlandırırken o nasıl oyunculuk arkadaş dedirtiyor. Bu filmi birkaç yıl önce kapanmak üzere olan bir kitapçının son satışlarında şansa bulduğum Eileen Chang'ın bu kısa öyküsünü okuduğumdan beri izlemek istiyordum. Bugün iyi ki fırsat bulup izlemişim; D&R'ın indiriminden faydalanıp 5 liraya edinmenizi şiddetle tavsiye ederim. 2 buçuk saat Ang Lee'nin inceliği her halinden belli yönetmenliğiyle, 40lar'ın Japon işgalindeki Çin'iyle, harika oyunculuklarla - ki Tony Leung'u ve ilk filmi olmasına rağmen oyunculuğuna oha dedirten Tang Wei'yi ayrı bir yere koyarım - zerre sıkmadan geçti. İki insan arasındaki oldukça komplike bir nevi aşk hikayesini Uzakdoğulular'a özgü minimalist, karakterleri ağızları yerine gözleriyle konuşturan bakışla çekmiş Ang Lee. Ve söylemeden geçilmemeli bence;   seks sahneleri çok çok başarılı yansıtıyor o tutkuyu. Başka bir filmde çok rahatsız edici bir tecavüz sahnesi olarak algılanabilecekken yadırganmıyor, bilakis estetik duruyor. İlişkinin niteliğinin bu olduğunu, tecavüz diye nitelendirilmemesi gerektiğini tek gülümseyişte anlatıyor Tang Wei. Daldım yahu Tony Leung diyorduk.
Mr. Yee çok kritik bir roldü bence, yanlış bir kast tercihiyle Erol Taş kıvamı hisler uyandırabilirmiş seyircide. Fakat bu adamda öyle bir aura var ki Uzakdoğulu erkekleri ha gayret ırkçılığa varan şekilde çirkin bulan ben dahi kısa boyuna, dar omuzlarına, tıfıl haline rağmen her daim karizmatik buluyorum. Yakışıklı değil aslında suratı tek tek hatları incelendiğinde. İyi oyunculuk ve karizma safi. Bilhassa o kocaman gözlerinin (ki çekik aslında ha) puslu bakışları. Saçları güzel niyeyse bir de. Ve bittabii sigara içişi. Sigara içmek ne kadar çok yakışıyor sana yahu. Pek bir kapılıp sonra da lan diyorum, bu adamın hali tavrı tam oryantalistleri memnun edecek cinsten. Uzakdoğulu erkek ide'si adeta. Hani hep oryantalizm erkekler açısından ele alınıyor ya geyşalar vs. Ben ve bir sürü hemcinsim de bu adamı böyle görüyoruz bence. Oryantalizm demişken Lust, Caution'da da hem oryantalizm gözünden bakınca aşırı fantastik bir ilişki var adamla kadının arasında , fakat bir yandan da kadının kadın duruşu çok güçlü. Yaman çelişki.  Daha fazla gevezeliğe düşmeden susmalı. Ahkâm kesiyor addedilmekten çekinerek.

Durma kendini hatırlat: Kar Wai Wong - Tony Leung ikilisinin 2046, Chunking Express gibi filmleri tez seyredile.




insan kendine aşırı doz maruz kalınca öz eleştiri manyağı mı oluyor hep acaba yoksa bende mi böyle tezahür ediyor onu bilemedim. Ama bildiğim içimdeki ilgi dağınıklığını kusma isteği - belki de bir şey yaratma peşinde koşmak? Hiç de yazan çizen bir insan olmadım ama hadi bakalım rastgele, burası benim akıl defterim gibi gibiymiş. Bir dahaki kendime sarışımda daha az hoyrat olurum belki. Ölümlü yaşamanın nimetlerini, fani keyiflerini seviyormuşum ben. Onlara övgü o yüzden; Turgut Uyar'a selam olsun ya neyi öveceğidim?